40. İktisatçılar Haftası İstanbul Üniversitesi İktisat Mezunları Cemiyeti 18 Nisan 2016, İstanbul Büyüme: Kim İçin, Ne İçin, Ne Pahasına? Kıymetli Hocalarım, Değerli Öğrenciler, Değerli Dinleyiciler, Değerli Basın Mensupları, Hepinizi saygıyla selamlıyor, böyle önemli bir etkinlikte konuşmam için beni de davet eden yetkililere teşekkür ediyorum. İktisatçılar Haftasının bu etkinliğinde, karşınızda, İTÜ Makina Fakültesinden mezun, Enerji Yüksek Lisansı yapmış, yani eğitimi iktisat olmayan, fakat iş hayatım vesilesiyle doğrudan iktisadi hayatın içinde, bir İşadamları Derneğinin, MÜSİAD'ın Başkanı olmam sebebiyle de, iktisadi kavramlarla yakın etkileşimde olan birisi olarak bulunuyorum. Değerlendirmelerimi yaparken, akademik kavramlar kadar, piyasa kavramları da kullanmamı, bu açıdan göz önüne almanızı rica ederim. Büyüme kelimesinin günlük anlamdaki kullanımına dikkat ettiğimizde, temsil ettiği kavrama, çocukluk dönemlerimizden itibaren, olumlu bir anlam yüklediğimizi görürüz. Bir çocuk için büyümek; kendi ayakları üzerinde durabilmeyi, geleceği hakkında söz sahibi olabilmeyi, karar alabilme yetisini; kısacası, bir şahsiyet ortaya koyabilmeyi karşılar. İnsanlar gibi, devletler de, kendi ayakları üzerinde durabilmek ve gelecekleri hakkında söz sahibi olabilmek amacıyla, büyümeyi, dolayısıyla, bir şahsiyet ortaya koyabilmeyi arzu ederler. İktisadi büyümeyi bu anlamda değerlendirmek, sanıyorum, yanlış olmayacaktır.
Ancak, Ekonomik büyüme, yalnızca istatistiksel verilere, ya da matematiksel ifadelere indirgenemeyecek bir olgudur. Büyüme, toplumsal refahın bir bileşeni olması nedeniyle, aynı zamanda, sosyal bir kavramdır. Çünkü ekonomik büyümeden maksat, köklü toplumsal değişiklikleri de beraberinde getirmesi ve böylece kalkınmayla sonuçlanmasıdır. Kalkınmanın asıl muhatabı ise, insanın bizatihi kendisidir. Dolayısıyla, ekonomik büyüme ve kalkınma, toplumların refahını artırmanın ve daha iyi yaşama koşulları temin edebilmenin araçlarıdır. Burada, kalkınma kavramı üzerine eğilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ekonomi büyüdükçe, eğitim, sağlık ve altyapı gibi, kalkınmayla doğrudan ilişkili sahalarda harcamaların arttığı gözlemlenmektedir. Toplumsal refahı doğrudan etkileyen bu unsurlara verilen önem seviyesi, o ülkenin kalkınmışlık düzeyine karşılık gelir. İster ekonomik, ister sosyal, isterse kültürel olsun, bütün düşünce sistemleri, öngördüğü faaliyetlerde, insanı merkez alır ve ona temas edecek şekilde kurgulanırsa, kalıcı ve faydalı olabilir. İnsanı değil de, sadece maddi değerleri merkezine alarak hareket eden düşünce sistemleri ise, yok olup gitmeye mahkûmdur. Bu bakımdan, insanı bir kaynak olarak görerek onu araçsallaştıran günümüz sosyo-ekonomik anlayışından, her insanı ayrı bir kıymet olarak değerlendiren bir anlayışa geçmeye acilen ihtiyacımız var. Bu anlayış, bazı toplumlar için, yeni ve rasyonel gözükmeyebilir. Ama, bizim kadim geleneğimizin insana bakışı, tam olarak da budur. Her insan, bizatihi insan olduğu için, ayrı bir kıymet, ayrı bir değerdir. Bu nedenle, Kim için büyüme? sorusunun ilk ve en önemli cevabı İnsan için, Toplum için büyüme olmalıdır. Bu noktadan hareket ve devamla, Ne için büyüme? sorusunun ilk akla gelen cevabı da, Kalkınma için büyüme olmalıdır.
Sözün burasında, eğitim konusuna bir parantez açmak istiyorum. Ü- retim faktörlerinden olan emeğin kapasitesinin ve verimliliğinin arttırılmasında önemli bir yere sahip olan Eğitim, Milli Gelirin artışını da olumlu yönde etkilemektedir. Bir toplumun gelişiminde, beşeri sermayenin ve beşeri sermayenin temel yapı taşı olan eğitimin etkisi, fiziki sermaye kadar önemlidir. Eğitim, sadece bireylerin geleceğine yatırım yapmaz. Aynı zamanda, ticari işletmelerin geleceğine de katkıda bulunarak, sosyo-ekonomik yaşamda, toplumların refah seviyelerinin yükselmesini sağlar. Dolayısıyla Eğitim, bireyin tutum ve davranışlarını olumlu yönde etkileyerek, toplumsal refahı arttırır. Artan ekonomik büyüme de, yeniden eğitime yönlendirilip, bu halka genişletilerek, konuşmamın başında, büyümenin sonucu olarak değindiğim, bir şahsiyet ortaya koymak amacına katkıda bulunmalıdır. Peki, ekonomik büyüme, eğitime nasıl yönlendirilmelidir? Bu soru, bizi nitelikli büyüme kavramına götürüyor. Çünkü ekonomik büyüme, bir toplumun, siyasi, sosyal ve kültürel temellerine temas ettiği takdirde, nitelikli bir yapıya kavuşacaktır. Toplumların sacayağını oluşturan bu noktalara temas etmeyen bir ekonomik büyüme, tabiri caizse, hormonlu bir büyüme olacaktır. Hormonlu bir ekonomik büyümenin en önemli göstergelerinden biri de, Gelir Dağılımı Eşitsizliğindeki artıştır. Ekonomik büyüme ile elde edilen gelir artışı, toplumun yalnızca belli bir bölümünün elinde birikiyorsa, o ekonomide, nitelikli bir büyümeden söz edilemez. Araştırmalar bize, dünyanın en zengin %1 lik kesiminin toplam servetinin, geri kalan %99 un servetinden daha fazla olduğunu söylüyor (OFXAM Araştırma Raporu, 2015). Bu tablo, küresel ekonomideki
büyümenin, sağlıklı bir büyüme değil, hormonlu bir büyüme olduğunu göstermektedir. Ekonomik büyüme sonucu artan kişi başı GSMH, gelişen bir ekonominin göstergesi olarak kabul edilse de, sürdürülebilir büyüme ve kalkınma açısından bakıldığında, milli gelirin artması değil, gelir dağılımının nasıl gerçekleştiği önemlidir. Bu nedenle, kaynakların daha adil şekilde paylaşıldığı, toplumun her kesiminin gelir artışından hak ettiği kadar payını aldığı bir yapının, nitelikli büyümenin olmazsa olmazı olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, Ne için büyüme? sorusunun bir önemli cevabı da, Daha adil bir gelir dağılımı için büyüme olacaktır. Kaynakların daha adil paylaşılmasından söz ediyoruz. Peki, bu nasıl sağlanacak? Bu sorunun bizi götürdüğü noktalardan birisi, yüksek faiz problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Mevcut koşullarda, reel kesim temsilcilerinin, yüksek kredi maliyetleri sebebiyle, yatırım ve üretim sürecinde yaşadığı finans eksenli sorunlar herkesin malumudur. Özellikle ülkemizde, bankalar, kendileri de birer ticari işletme olmalarına rağmen, ticaretin doğasında olan oranda bir riske girmeden, iş dünyasının kar oranlarından çok daha fazlasını kazanmaktadır. Bankaların kar oranlarının reel sektörün kar oranının çok üzerinde olması, sağlıklı bir ekonomik yapının değil, bilakis ekonomimiz açısından riskli bir unsurun işaretidir. Yatırım bankacılığının gelişmediği, klasik bankacılık sistemimizin, proje finansmanı değil, tapu-teminat bankacılığı yaptığı mevcut sistemde, bankacılık, adeta posta memurluğu gibi, toplanan mevduatın üzerine masraf ve kar payı ilave edilerek, tapu teminatlarına dayalı bir sistem içinde garanti alına alınıp, karlı bir döngüde pazarlanması üzerine kurgulanmıştır ve böyle uygulanmaktadır.
Önümüzdeki en temel açmazlardan birisi olan bu konuya girmeden yapılan değerlendirmeler, faiz oranlarını tartışmaktan ileri gidemez. Bugün, kaliteli ve doğru finansmana hızlı erişimin nasıl olması gerektiği değil de, faizlerin kaç baz puan artmasına niçin ihtiyaç duyulduğu tartışılıyor. Tıpkı, insanların neden öldürüldüğünün değil, öldürülme biçimlerinin tartışıldığı, günümüzün medeniyet anlayışında olduğu gibi. İnsanın ve toplumun daha müreffeh seviyeye ulaşması için bir araç olması gerekirken; onları yöneterek kendisi bir amaç haline gelen ve bunu da acımasızca yapan Finansal Sistem, doğru bir bakışla değerlendirilmiyor. Gerçek ekonominin değerleri; AR-GE, Yenilikçilik, Yatırım, İstihdam ve Üretim'dir. Bunları ve sosyal hayatın ana değerlerini, bir kenara iterek, her şeyi, neredeyse sadece tek bir değere indirgeyen ve değerlerimizi acımasızca şekillendiren, adeta yeni tehdit kaynağı, "Finans Terörü", yeniden ve sağlıklı bir şekilde değerlendirilmelidir. Küresel ekonominin, faizsiz finans enstrümanlarına giderek daha fazla gereksinim duyduğu günümüzde, maalesef, yüksek faiz, başta yatırımlar olmak üzere, üretim ve istihdamın düşmanı konumundandır. Mevcut finansal yapımız, bir yandan gelir dağılımını tahrip etmeye devam ederken, diğer taraftan da, nitelikli büyümenin önüne set çekmektedir. Kıymetli Misafirler, İktisadi büyümenin gerçekleştirilebilmesi için, beşeri sermayenin öneminden bahsettim. Elbette, beşeri sermayenin varlığı, tek başına yeterli değildir. Beşeri sermayenin üretken olabilmesi için gereken unsurlardan biri de, sermaye birikimi dir. Bir ülke, ne kadar yüksek beşeri sermaye birikimine sahip olursa olsun, nitelikli ekonomik büyümeyi sağlayacak kaynaklara, sermaye birikimine sahip değilse, bu kaynakları, ülke dışından transfer etmek zorunda kalacaktır.
Sanayi sektörünün gelişimi, büyüme sürecini hızlandırmakta ve uluslararası rekabet gücünü arttırarak, ülkelerin gelişme potansiyelini yükseltmektedir. 2015 yılında, Türkiye nin GSYH içerisindeki payı %32,7 olan sanayi sektörünün, son çeyrekteki 7,2 lik toparlanmaya rağmen, yıl genelinde %3,3 değeri ile, ılımlı bir artış sergilediğini görüyoruz. Türkiye ekonomisinin 2015 yılındaki %4 lük büyümesine yaklaşık 1 puanlık katkı veren sanayi sektöründeki bu artış, yeterli değildir. Ülkemiz sınırlarında rekabetçi maliyetle üretilme imkanı oluşturulabilecekken, ithal edilen mal ve hizmetler, bir anlamda, milli gelirimizden çalınmış birer değerdir. Bu bağlamda ekonominin, en başında da, sanayinin yerlilik payı önemlidir. 2015 yılında yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ürünleri ithalatı içerisindeki payı %15,7 iken, imalat sanayi ürünleri ihracatındaki payı ise yalnızca %3,7. Maalesef, dış ticaretimizde 21,3 milyar $ bir teknoloji açığı söz konusu. Bu açığın asgari seviyeye çekilebilmesi, katma değeri yüksek, teknoloji ürünleri ile mümkün olacaktır. Sanayi sektörüne konu olan birtakım mal ve hizmetlerin ithal edilmesi, üretimine kıyasla, kısa vadede daha az maliyetli olabilir. Ancak, ekonomik büyüme, uzun döneme dayalı bir olgudur. Çünkü, iktisadi yapı, yatırımların ve üretimin artması sonucu, uzun vadede değişir. Bu noktada bize düşen görev, Geleceğin Türkiye sini sağlam bir zemin üzerine inşa ederken, kısa vadede karın düşük olması pahasına, uzun vadede nitelikli büyümeye varacak adımlar atmaktır. Biz derken, hem kamu, hem de özel sektörü kastettiğimi, bilhassa vurgulamak isterim. Kamunun da, üzerine düşen fedakarlık konusunda, etkin bir şekilde, ön alması gerekir.
Ne pahasına büyüme? sorusunun cevabı da, burada ortaya çıkmaktadır: Kısa vadede daha makul kar elde etmek pahasına, uzun vadede nitelikli büyüme. Bu noktada, MÜSİAD olarak, yani kuruluşunun odağı iş hayatı olan, iş hayatının doğasında da, kar amaçlayan işletmeler yatan bir derneğin bakışını vurgulamak isterim. Bana zaman zaman sorarlar: MÜSİAD'a üye olmanın kriteri nedir? Kaç paralık bir ciro gerekiyor? Sizi diğer İş Adamı derneklerinden ayıran temel nokta ne? Öncelikle, MÜSİAD'a üye olmanın tek bir kriteri var ve bu kriter, banka hesabınız ya da cirolarınızla ilgili değil. Bizim için, Üyeliğin tek ve çok önemli kriteri, Ticari itibarınız'dır. Çünkü, iş hayatında, bugün kazanır, yarın kaydedebilirsiniz. Bugün kasanızda yeterli paranız yoktur, yarın fazlasıyla olabilir. Ama Ticari İtibar, zamanla ve davranışlarınızın bir bileşkesi sonucu elde edilebilen ve parayla ne alınabilen, ne de ölçülebilen bir değerdir. Diğer önemli konu da, büyümeyi sağlayacağımız Kazancın, Nasıl elde edileceği, ya da Ne Pahasına elde edileceği ve bundan da ötesi, Nasıl harcanacağıdır? Bize göre, kazanç, hem hukuki, hem de meşru olmalıdır. Hukuka uygun olsa da, meşruiyeti olmayan, güncel ifadesiyle, Etik Değerlere uygun olmayan Kazanç, bizim kriterlerimize uygun değildir. Dolayısıyla biz, Ne Pahasına olursa olsun kazanmayı, doğru bulmuyoruz. Bir başka çok önemli nokta da, meşru olarak elde edilmiş olsa da, bu Kazancın Nasıl Harcanacağıdır? Biz, elde edilen kazancın, Hukuki ve Meşru yollarla da harcanması gerektiğini düşünüyoruz.
Bu terazimiz, bu kriterimiz, her şart altında doğru ve geçerli olmakla birlikte, Türkiye gibi, Tasarrufları ile Yatırımları arasında yaklaşık 10 puan fark bulunan ve her yıl bu farkı kapatabilmek için sürekli borçlanmak zorunda kalan bir ülkenin İşadamları için, bize göre, tercihli bir yaklaşım değil, mutlak bir zorunluluktur. Kıymetli Misafirler, Büyümeyi konuştuk. İzninizle, bu alanda MÜSİAD olarak yaptığımız onlarca çalışma içinden, bir tanesine, örnek olarak değinmek isterim. Tarih, paradigmalarla ilerler. Tarihe, sanayi ve teknoloji bağlamında baktığımızda, 3 önemli paradigma görüyoruz. 18. Yüzyılın sonunda Makina Gücüne geçtiğimiz 1. Sanayi Devrimi. Elektriğin kullanımının yaygınlaştığı 2. Sanayi Devrimi. 20. Yüzyılın sonunda, Bilgi Teknolojilerinin hayatımıza girdiği 3. Sanayi Devrimi. Şimdi, yeni bir paradigmayla karşı karşıyayız. 4. Sanayii Devrimi ni, makinelerin kendi aralarında haberleşmesini ve üretim süreçlerinde etkin olacağı bir geleceği konuşuyoruz. İstemeyeceğimiz sonuçlara maruz kalmamak ve geleceğimize birlikte şekil vermek istiyorsak, şimdiden hazırlık yapmalıyız. Rüzgarın yönünü tayin edemeyiz ama, rüzgarı hesaba katarak, geminin yönünü değiştirebiliriz diye güzel bir ifade var. MÜSİAD olarak, rüzgarın nereye doğru eseceğine bakarak harekete geçtik ve yüksek katma değerli ürünlerin artması için yaptığımız çalışmalara, bir yenisini ekledik. Biliyorsunuz, Havacılık ve Savunma Sanayii, hem yüksek teknoloji içeren, hem de ulusal güvenlik açısından stratejik önemi olan sektörler.
Tanınmış tarihi şahsiyet, Çinli Stratejist, Sun Tzu (Suntzı) Stratejisi olmayanları, yenilgi bekler diyor. Hedefimiz, bu sektörleri, yalnızca ulusal güvenlik açısından değil, ulusal ekonomi açısından da stratejik sektörler yapmak. Bu amaçla tasarladığımız, 3. High Tech Port, Yüksek Teknoloji, Savunma ve Havacılık Fuarı nı, 9-12.Kasım.2016 arasında, İstanbul CNR Fuar Merkezi ndeki 16. MÜSİAD EXPO Uluslararası Fuarımız içinde gerçekleştireceğiz. Aynı dönemde gerçekleştireceğimiz, 18. Uluslararası İş Formumuz IBF içinde de, "İnovasyon Ekonomisi ve Refah" konusunu, Panel ve Forumlarda masaya yatıracağız. Bu vesileyle, sizleri de bu etkinliklerimize davet ediyorum. Değerli Katılımcılar, Bu değerlendirmelerle sözlerime son verirken, sizlerle birlikte olmama vesile olan İstanbul Üniversitesi İktisat Mezunları Cemiyeti ne ve siz değerli katılımcılara teşekkürler ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. Nail Olpak MÜSİAD Genel Başkanı