TARİHİN İKLİMİ: DÖRT TEZ Dipesh Chakrabarty



Benzer belgeler
EĞİTİM ÖĞRETİM YILI SORGULAMA PROGRAMI

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER

DERS VI-VII Nüfus Artışı Küresel Isınma

Kadir CANATAN, Beden Sosyolojisi, Açılım Yayınları, 2011, 720 s. İstanbul.

Murat Çokgezen. Prof. Dr. Marmara Üniversitesi

SANAT FELSEFESİ. Sercan KALKAN Felsefe Öğretmeni

Bu yüzden de Akdeniz coğrafyasına günümüz dünya medeniyetinin doğduğu yer de denebilir.

AŞKIN BULMACA BAROK KENT

İktisat Tarihi I. 27 Ekim 2017

Sanayi Devriminin Toplumsal Etkileri

İŞLETME 2020 MANİFESTOSU AVRUPA DA İHTİYACIMIZ OLAN GELECEK

Sosyoloji. Konular ve Sorunlar

İktisat Tarihi II. 1. Hafta

ÖZEL EGEBERK ANAOKULU Sorgulama Programı. Kendimizi ifade etme yollarımız

İLETİŞİM BECERİLERİ. Doç. Dr. Bahar Baştuğ

2018 YGS Konuları. Türkçe Konuları

ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ ZORUNLU GÖÇLER, SÜRGÜNLER VE YOL HİKAYELERİ: ULUPAMİR KIRGIZLARI ÖRNEĞİ

İKLİM MÜCADELELERİ. bu küresel sorunlarla yüzleşmede kilit bir rol oynayacak, eğitme, tecrübeye ve uzmanlığa sahiptir.

3 Temmuz 2009 İngiltere Büyükelçiliği Konutu, Ankara Saat: 16:00. Çevre ve Orman Bakanlığı nın Saygıdeğer Müsteşar Yardımcısı,

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK POLİTİKASI. Sürdürülebilirlik vizyonumuz

Yazılı Ödeviniz Hakkında Kendinize Sormanız Gereken Bazı Sorular

2. SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ (20 Ekim Aralık 2014 )

Avrupalı liderler baskıcı, Türk liderler ise dostane

Müzakere Becerileri ile Satış Performansını Geliştirmek

TÜSİAD YÖNETİM KURULU BAŞKANI HALUK DİNÇER İN KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ HAKKINDA HER ŞEY KISA FİLM YARIŞMASI ÖDÜL TÖRENİ KONUŞMASI

İÇİNDEKİLER BÖLÜM - I

Çevre Yüzyılı. Dünyada Çevre

ÜNİTE:1. Sosyolojiye Giriş ve Yöntemi ÜNİTE:2. Sosyolojinin Tarihsel Gelişimi ve Kuramsal Yaklaşımlar ÜNİTE:3. Kültür ve Kültürel Değişme ÜNİTE:4

Uygarlık Tarihi (HIST 201) Ders Detayları

Üretimde iş bölümünün ortaya çıkması, üretilen ürün miktarının artmasına neden olmuştur.

Uygarlık Tarihi (HIST 201) Ders Detayları

Economic Policy. Opening Lecture

3. Global SATELLITE SHOW HALİÇ KONGRE MERKEZİ STK, Kurum ve Kuruluşlarımızın Değerli Başkan ve Temsilcileri,

GAR - GÖÇ ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ

Kuantum Bilgisayarı ve Qbit

İÇİNDEKİLER. Gelişim Kuramları 22 Eylem Kuramı ve Toplumsal Yapılandırmacılık 28

TÜRKİYE ENERJİ STRATEJİLERİ & POLİTİKALARI ARAŞTIRMA MERKEZİ İLKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNE YÖNELİK ENERJİ VE TASARRUF KONULU EĞİTİM PROGRAMI

11/26/2010 BİLİM TARİHİ. Giriş. Giriş. Giriş. Giriş. Bilim Tarihi Dersinin Bileşenleri. Bilim nedir? Ve Bilim tarihini öğrenmek neden önemlidir?

6. Uluslararası Sosyal Güvenlik Sempozyumu İzmir de Başladı

AYIRAN SINIRLAR OLMADAN AVRUPA İÇİN PAYLAŞILAN TARİHLER

Yenilenebilir olmayan enerji kaynakları (Birincil yahut Fosil) :

KAVRAMLAR TUTUMLAR BECERİLER

N OLACAK ŞİMDİ? BEKİR AĞIRDIR. 26 Kasım 2015

TÜRKİYE - SUUDİ ARABİSTAN YUVARLAK MASA TOPLANTISI 1

RÜZGAR ENERJİSİ. Cihan DÜNDAR. Tel: Faks :

bilgilerle feminizm hakkında kesin yargılara varıp, yanlış fikirler üretmişlerdir. Feminizm ya da

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Politicon World

İçindekiler. Değişim. Toplumsal Değişim. Değişim Eğitim ilişkisi. Çok kültürlülük. Çok kültürlü eğitim. Çok kültürlü eğitim ilkeleri

BULUNDUĞUMUZ MEKÂN ve ZAMAN

İKİNCİ ÖĞRETİM KÜRESELLEŞMENİN ÇEVRESEL ETKİLERİ

Soru Sınıf ve Nu: Müfredat sınıf YGS Harita Bilgisi-Arazi Rehberimiz: İzohipsler

Nasıl Bir Deniz Feneriyiz?

İktisat Tarihi I. 6-7 Ekim

DÜŞÜNCE KURULUŞLARI: DÜNYADAKİ VE TÜRKİYE DEKİ YERİ VE ÖNEMİ. Düşünce Kuruluşları genel itibariyle, herhangi bir kâr amacı ve partizanlık anlayışı

ULS344 - Milliyetçilik ve Azınlıklar. İlkçi Yaklaşımlar - Primordializm

TÜRKİYE TİPİ BAŞLANLIK SİSTEMİ MODEL ÖNERİSİ. 1. Başkanlık Sistemi Tartışmasının Temel Gerekçeleri

KUTUPLARDAKİ OZON İNCELMESİ

BULUNDUĞUMUZ MEKÂN VE ZAMAN

philia (sevgi) + sophia (bilgelik) Philosophia, bilgelik sevgisi Felsefe, bilgiyi ve hakikati arama işi

UYGULAMALAI DAVRANIŞ ANALİZİ. UDA Yöntemlerinin Sorumlu Kullanımı

RÜZGAR ENERJĐSĐ. Erdinç TEZCAN FNSS

Yirmi Birinci Yüzyıl İçin Sosyalizm. Giriş

Genel olarak ticaret ve işbölümü ne kadar fazla serbest olursa ve rekabet mevcut ise halk o ölçüde fazla fayda sağlar. Adam Smith

Tarımda inovasyon küresel ölçekte stratejik değer kazandı

KÜRESEL PAZARLAMA Pzl-402u

İSTİHDAM SORUNLARI NEDENLER - SONUÇLAR BÜLENT ŞIK. Gıda Mühendisleri Odası Antalya Şube Bşk.

Ana fikir: Oyun ile duygularımızı ve düşüncelerimizi farklı şekilde ifade edebiliriz.

HALKLA İLİŞKİLER (HİT102U)

Duygusal ve sosyal becerilere sahip Genç profesyoneller

12. SINIF MANTIK DERSİ SÖKE ANADOLU LİSESİ 1. ORTAK SINAVI KAZANIM TABLOSU (Sınav Tarihi: 4 Nisan 2017)

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK Yönetimine Giriş Eğitimi

KÜRESEL ISINMA Ahmet Cangüzel Taner Fizik Yüksek Mühendisi Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ( acant@taek.gov.tr )

İlkçağ Anadolu Uygarlıklarında Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Yapı Bağlamında Kütüphane/Arşiv Kurumu

1.SINIFLAR PYP VELİ BÜLTENİ. ( 04 Mayıs - 13 Haziran 2018 )

DOĞA - İNSAN İLİŞKİLERİ VE ÇEVRE SORUNLARININ NEDENLERİ DERS 3

İktisat Anabilim Dalı- Tezsiz Yüksek Lisans (Uzaktan Eğitim) Programı Ders İçerikleri

I.10. KARBONDİOKSİT VE İKLİM Esas bileşimi CO2 olan fosil yakıtların kullanılması nedeniyle atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu artmaktadır.

BİZ, MELEKLER - DRUNVALO

YÖNETİM KURULU BAŞKANI MUSTAFA GÜÇLÜ NÜN KONUŞMASI

DERS ÖĞRETİM PLANI. İktisat Tarihi. Dersin Adı Dersin Kodu Dersin Türü. Seçmeli Doktora

E-kitap: Yerel ve Küresel Boyutlar. Serdar Katipoğlu

Hatta Kant'ın felsefesinin ismine "asif philosopy/mış gibi felsefe" deniyor. Genel ahlak kuralları yok ancak onlar var"mış gibi" hareket edeceksin.

R KARLILIK VE SÜRDÜRÜLEB

Eğitim Tarihi. Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi

ÇAKÜ Orman Fakültesi Havza Yönetimi ABD 1

EĞİTİMİN FELSEFİ TEMELLERİ. 3. Bölüm Eğitim Bilimine Giriş GÜLENAZ SELÇUK- CİHAN ÇAKMAK-GÜRSEL AKYEL

Maliye Bakanı Sayın Mehmet Şimşek in Konuşma Metni

Son aylarda Asya da gerçekleşen sel felaketleri, Amerika kıtasındaki eşi görülmemiş kasırgalar, İstanbul da dakikalar içinde yaşanan son 32

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ: FAO NUN BAKIŞ AÇISI. Dr. Ayşegül Akın Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü Türkiye Temsilci Yardımcısı 15 Ekim 2016

ZANAATLA TEKNOLOJİ ARASINDA TIP MESLEĞİ: TEKNO-FETİŞİZM VE İNSANSIZLAŞMIŞ SAĞALTIM

Saf Stratejilerde Evrimsel Kararlılık Bilgi Notu Ben Polak, Econ 159a/MGT 522a Ekim 9, 2007

ULUSLARARASI KARADENİZ-KAFKAS KONGRESİ

BURCU ŞENTÜRK Bu Çamuru Beraber Çiğnedik

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu

Karl Heinrich MARX Doç. Dr. Yasemin Esen

HAYVAN ÖZGÜRLEŞMESİ HOŞGELDİNİZ

Mantıksal Operatörlerin Semantiği (Anlambilimi)

1. Sosyolojiye Giriş, Gelişim Süreci ve Kuramsal Yaklaşımlar. 2. Kültür, Toplumsal Değişme ve Tabakalaşma. 3. Aile. 4. Ekonomi, Teknoloji ve Çevre

Transkript:

TARİHİN İKLİMİ: DÖRT TEZ Dipesh Chakrabarty Özgürlük Aydınlanma dan beri insanlık tarihi hikâyelerindeki en önemli motif olmuştur. Ancak insanoğlunun bu özgürlüğe erişmesine ilişkin süreçler yoluyla kazandığı jeolojik etmene dair bir farkındalık hiç söz konusu olmamıştır. Özgürlüklerimiz olarak göklere çıkarmayı arzu ettiğimiz haklar her ne olursa olsun, insan türünün varoluşuyla ilgili sınırlayıcı parametreler işlevi gören koşulların istikrarsızlaşmasını göze alamayız. Günümüzün gezegensel iklim değişikliği krizi ya da küresel ısınma bireyler, gruplar, ve hükümetler düzeyinde inkâr ve kayıtsızlıktan, farklı türler ve ölçülerde değişen aktivizm ve sorumluluk hissiyatına kadar sıralanabilecek bir dizi tepkiyi açığa çıkardı. An ı algılayışımız tam da bir bir dizi tepkinin ağırlığı altında ezilmektedir. Alan Weisman ın çok satan kitabı The World without Us (Bizsiz Dünya) bugünü deneyimlememizin bir yolu olarak bir düşünce cimnastiği önermektedir: Farzedelim ki en kötüsü vuku bulmuş olsun. İnsanoğlunun neslinin tükenmesi bir emrivaki olsun. [ ] Hepimizin anından ortadan yok oldugu bir dünya hayal edelim. [ ] Evrende belli belirsiz, kalıcı bir iz birakmiş olabilecek miydik? [ ] Kocaman bir biyolojik rahat nefes alma çabası yerine, bizim olmadığımız bir dünyanın bizleri özlemesi mümkün müdür? [1] Weisman ın bu deneyinde bana ilginç gelen şu anki krizin geleceği, tarihsel hassasiyet kavrayışının ötesinde bir yerlere koyarak geçmişle bağlarını koparan bir bugün algısına nasıl zemin hazırladığını açıkça göstermesidir. Tarih disiplini insanoğlunun geçmişinin, bugününün ve geleceğinin insan deneyiminin belirli bir sürekliliğiyle bağlı olduğu varsayımı üzerine bina edilir. Bizler genellikle geçmişi tahayyül etmemize olanak sağlayan aynı yetilerin yardımıyla geleceği tasavvur ederiz. Weisman ın düşünce cimnastiği insanlığın sonluluğuna dair bugünkü kaygı ve endişe dolu ruh halinin içinde barındırıldığı tarihselci paradoksu göstermektedir. Weisman ın deneyini kabul edebilmek, kendimizi o bizsiz geleceğin içine sokmak zorundayız. Böylece, geçmiş ve gelecek gibi kişisel olarak erişemeyeceğimiz zamanları tahayyül etme tarzındaki alışılagelmiş tarihsel pratiklerimiz bugün derin bir çelişki ve kargaşa içine sürüklenir. Weisman ın deneyi bize böylesi bir kargaşa anının geleceğimize dair kaygılara yol açtığı ölçüde günümüzündeki bugün algısından nasıl türediğini göstermektedir.

Weisman ın uyarlamasında olduğu gibi, bugüne dair tarihsel hissiyat böylece genel tarih hissiyatımız için derin bir yıkıcı etkiyi gündeme getirmektedir. Bu yazının son kısmında Weisman ın deneyine yeniden döneceğim. Tarih üzerine günümüzdeki tartışmalarla ilgilenenler için iklim değişikliği tartışmalarında oldukça önemli noktalar var. Çünkü küresel ısınmanın ciddi çevresel risklerinin esasen insanlar tarafından besi hayvanlarının endüstriyel kullanımı ve fosil yakıtların yakılması yoluyla açığa çıkan sera gazlarının atmosferdeki aşırı birikmesiyle alakası olduğu düşüncesi ağırlık kazandıkça, insanlık tarihi hakkında nasıl düşündügümüz, ya da tarihçi C. A Bayly nin bir süre önce modern dünyanın doğuşu adını verdiği meseleyle ilgili derin, hatta dönüştürücü, etkileri olacak birtakım bilimsel önermeler kamuoyunda giderek artan bir şekilde gündeme gelmiştir. [2] Hakikaten, bilim insanlarının iklim değişikliğiyle ilgili söyledikleri hem tarih disiplinini genellikle ayakta tutan insan hakkındaki görüşleri, hem de sömürgecilikten çıkma ve küreselleşme sonrasına dair İkinci Dünya Savaşı sonrası üretilen senaryolara bir tepki olarak sömürgecilik ve imparatorluk sonrası dönem tarihçilerinin son yirmi yılda kullandığı analitik stratejileri sorgulamaktadır. Bu noktadan sonra, bir tarihçi gözüyle günümüzün krizine verilen tepkileri sunacağım. Ancak iklim değişikliği literatürüyle ve krizin kendisine dairkendi kişisel ilişkim hakkında birkaç şey söylemem uygun olacaktır. Ben bir bilgi biçimi olarak tarihin doğasına çok güçlü merakı olan bir tarihçiyim ve küresel ısınma bilimiyle olan bağım da, belirli bir mesafeden, bilim insanlarının ve bu konuda bilgi sahibi olan öteki yazarların kamuoyunu bilgilendirme amacıyla yazdıklarına dayanıyor. Küresel ısınma üzerine yapılan bilimsel calışmaların genellikle 1890 larda İsveçli bilim adamı Svant Arrhenius un keşifleriyle ortaya çıktığı sıkça söylenir, ama küresel ısınmaya dair tartışmaların kamuoyunda başlaması 1980 ler sonu ve 1990 lar başına rastlar ki aynı dönem beşeri ve sosyal bilimlerde küreselleşmenin tartışılmaya başlandığı dönemdir.[3] Ancak bu tartışmalar bugüne kadar birbirleriyle paralel gitmiş tartışmalardır. Ne var ki küreselleşme olgusu farkına varılır varılmaz beşeri ve sosyal bilimlerde hemen bir ilgi nesnesine dönüşmekle beraber, 1990 larda yayımlanan pek çok kitaba rağmen küresel ısınma kamuoyunda 2000 li yıllara kadar ciddi bir ilgi uyandırmadı. Bunun nedenlerini anlamak için çok uzağa gitmemize gerek yok. 1988 gibi erken bir tarihte NASA nın Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü Müdürü James Hansen küresel ısınma hakkında Senato önünde bir konuşma yapmış ve sonrasında aynı

gün bir grup gazeteciye Lafı eveleyip gevelemeyi bırakmanın zamanıdır [ ] ve şunu söylemek gerekir ki sera etkisi şu an burada, bizimledir ve iklimimizi etkilemektedir. [4] Ama özel çıkarlara hizmet etmesinden ve siyasi maliyetinden ötürü ihtiyatlı hükümetler bu uyarıyı dinlemeyeceklerdi. Dönemin ABD başkanı H. W. Bush sera etkisine karsı Beyaz Saray Etkisi ile savaşacağına dair ünlü iğneleyici esprisini yapıyordu. Bu durum uyarıların korkunç bir nitelik aldığı ve krizin işaretlerinin siyasal ve ekonomik olarak kaçınılamayacak bir hal aldığı 2000 li yıllarda değişti. Avusturalya daki kuraklık, sıklaşan kasırgalar ve orman yangınları, dünyanın birçok bölgesindeki ürün hasadının çökmesi, Himayalar ve diğer dağlardaki buzullarla, kutuplardaki buz kütlelelerinin erimesi ve denizlerdeki asit oranının giderek artması ve besin zincirinin tehlikeye girmesi gibi olgular bu işaretlerden birkaçıydı. Bu artan kaygılara ilaveten, birçokları tarafindan dillendirildiği üzere, diğer türlerin hızla yokoluşu ve 2050 de dünya nüfusunun 9 milyarı bulacağı da gündeme getirilmekteydi. [6] Krizin son birkaç yılda ivme kazanmasıyla, küreselleşme teorileri, Marksist sermaye analizleri, Mağduniyet Çalısmaları (Subaltern Studies) ve sömürgecilik sonrası eleştirileri son yirmi beş yılda küreselleşmeyi anlamak için son derece faydalı olsalar da, insanlığın bugün içinde bulunduğu bu gezegensel konjonktürü anlamlandırabilmemle ilgili olarak bana gerçekten pek birşey katmamış olduğunu fark ettim. Küreselleşme analizindeki bu ruh hali değişimini görmek için Giovanni Arrighi nin dünya kapitalizminin tarihini ustaca ele alan The Long Twentieth Century (1994, Uzun Yirminci Yüzyıl Tarihi) kitabı ile onun son zamanlarda çıkmış Adam Smith in Beijing (2007, Adam Smith Pekin de), -ki diğer şeyler bir yana, bu kitap Çin in ekonomik yükselişinin etkilerini de anlamaya çalışır- kitabını karşılaştırmak yerinde olacaktır. Kapitalist ekonomilere içkin kaos üzerine uzun ve derin düşüncelerin ürünü olan ilk kitap, Soğuk Savaş düzeninin ortadan kaldırılmasıyla birlikte tırmanışa geçen şiddetin dehşetiyle insanlığı yakıp yok eden bir kapitalizm düşüncesiyle son bulur. Açıktır ki Arrighi nin anlatısında dünyayı kül eden bu hararetin enerjisi kapitalizmin motorundan gelmektedir, küresel ısınmadan değil. Ne var ki Arrighi ikinci kitabı Adam Smith in Beijing i yazmaya koyulduğunda onu ilgilendiren daha çok kapitalizmin ekolojik sınırlarına ilişkin sorulardır. Bu tema kitabın sonuç bölümünün ruhunu oluşturur ve Arrighi gibi bir eleştirel zihnin iki kitabının yayımlanmasının arasındaki 13 yıl onun aldığı mesafeyi göstermektedir. [7] Eğer, sahiden de, küreselleşme ve küresel ısınma birbiriyle örtüşen süreçlerden doğmuşlarsa, o

zaman sorulacak soru şudur: Dünyanın anlaşılmasında bu iki temayı nasıl biraraya getiririz? Kendim bir bilim adamı olmamama rağmen, ben de iklim değişikliği bilimine dair temel bir önkabule sahibim. Genel hatlarıyla bakıldığında ben bu bilimin doğru tezleri savunduğunu düsünüyorum. Bu nedenle küresel ısınmayı açıklamak için yazılmış özellikle 2007 deki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Hükümetlerarası Panel Dördüncü Değerlendirme Raporu ndaki, The Stern Review dergisindeki ve bilim insanları ve akademisyenler tarafından son yıllarda yayımlanan kitaplardaki görüşlerin, eğer bilim çevrelerinin bu konudaki fikir birliği esaslı bir şekilde eksen değiştirmezse, iklim değişikliğine dair antropogenik teorilerin büyük ölçüde doğru olduğunu kabul etmemizi sağladığını düşünüyorum.[8] Böylesi bir teorik konumlanışta San Diego daki Kaliforniya Universitesinden Naomi Oreskes gibi bilim tarihçilerinin aşağıda aktarılan benzeri gözlemleri temel alıyorum. Küresel ısınma hakkında hakemli bilimsel dergilerde 1993 ve 2003 yılları arasında yayımlanmış 928 makalenin özetini inceleyen Oreskes iklimin insan faaliyeti tarafından değiştirildiğinin gerçekliği konusunda bilim insanları arasındaki uzlaşmaya karşıt tek bir farklı görüş bile bulunmadığını gördü. Bu değişikliğin yönü ve miktarı üzerine farklı görüşler mevcut. Ama Oreskes in vurguladığı gibi hemen her profesyonel iklim bilimcisi iklimdeki değişimin insan faaliyetleri sonucu olduğunda hemfikir, ama bunun temposu ve biçimi üzerinde tartışma devam ediyor. [9] Bugüne kadar okuduklarıma binaen, gerçekten de, küresel ısınmanın varlığı konusunda kuşkucu olmak için hiçbir neden görmedim. Günümüzün iklim değişikliği krizinin insanlar tarafından yaratıldığına dair önerme etrafında oluşan bilimsel fikir birliği benim burada söyleyeceklerime temel teşkil ediyor. Açıklık ve odaklanma açısından görüşlerimi dört tez etrafında sunacağım. İklim değişikliğine dair antropogenik açıklamaların, doğa tarihi ile beşeri tarih arasında geçmişi çok eski yüzyıllara dayanan insan odaklı (hümanist) ayrımın çöküşüne işaret ettiği önermesiyle başlıyor, açılışta bahsettiğim soruya dönerek bitiriyorum: iklim değişikliği krizi bir yandan tarihsel anlayış kapasitemize meydan okurken, öte yandan evrensel beşeri değerleri algılayışımıza nasıl hitap edecek?

Birinci Tez: İklim değişikliğine dair antropogenik açıklamalar doğa tarihi ile beşeri tarih arasında geçmişi çok eski yüzyıllara dayanan hümanist temelli ayrımın çöküşü anlamına gelmektedir. Felsefeciler ve tarihçiler genellikle beşeri tarihi R. G. Collingwood un deyimiyle beşeri faaliyetlerin hikâyesini- doğa tarihinden ayırmada bilinçli bir eğilime sahip olageldiler, hatta bazen doğanın insanlarınki gibi bir tarihi olduğunu yadsıma noktasına kadar işi uç noktalara taşıdılar. Bu pratiğin kendisinin oldukça uzun ve zengin bir tarihi vardır ama yer darlığından ve kişisel kısıtlamalardan dolayı burada sadece geçici, kısa ve biraz gelişigüzel bir taslak sunmakla yetineceğim. [10] Vico-Hobbes düşüncesi diye bilinen düşünceyle başlayabiliriz. Bu düşünceye göre biz insanlar sadece kamusal ve siyasi kurumların gerçek bilgisine sahip olabiliriz çünkü her ne kadar doğa tanrının eseri olarak kalsa ve insan için eninde sonunda bir sır olsa da, o kurumları biz yarattık. Croce Vico nun ünlü hükmünü doğru olan yaratılmışla özdeştir: verum ipsum factum biçiminde özetlemiştir. [11] Vico üzerine çalışan bilim insanları bazen Croce ve diğerlerinin yorumladığı gibi doğa ile beşeri bilimler arasında öyle kesin bir ayrım yapmadığını belirterek karşı çıkmış, ancak yine de bu tür bir okumanın yaygın olduğun kabul etmişlerdir. [12] Vico nun bu anlayışı 19 ve 20. yüzyıllarda tarihçilerin sağduyusunda önemli bir yer edinecektir. Bu anlayış Marx ın insan kendi tarihini kendisi yapar, ama bunu istediği gibi yapamaz ifadesinde kendisini gösterecek, Marksist arkeolog V. Gordon Childe ın ünlü kitabı Man Makes Himself e (Kendini Yapan İnsan) de adını verecektir. [13]. 20. Yüzyılın ikinci yarısında yalnız Oxford tarihselcisi Collingwood üzerindeki etkisiyle Croce bu ayrımın ana düşünsel kaynağı olmuş gibi görünmektedir. Bilindiği gibi Collingwood un daha sonra E. H. Carr ın 1961 de yayımlanan kitabı What Is History? (Tarih Nedir?) üzerinde derin etkisi olacaktır ki bu kitap muhtemelen hala tarih zanaatı üzerine yazılmış en çok satan kitaplardan biridir. [14] Denilebilir ki Croce un mirasçıları tarafından pek bilinmeyen ve düzeltmeleri önceden kestirilemeyen düsünceleri sömürgecilik sonrası dönemdeki tarih anlayışımız söz konusu olduğunda muzaffer olmuştur. Croce nin ve onun Hegel uyarlamalarının arkasında ve Croce nin öncülleri üzerine yaptığı yaratıcılık dolu yanlış okumalarında gizil olan uzaktaki ve temelleri ortaya koyan figür Vico dur. [15] Bağlantılar, görüldüğü gibi, yine çok sayıda ve karmaşıktır. Şu an için

söylenmesi yeterli olan Croce nin 1911 de yayımlanan ve Wilhelm Windelband a ithaf ettiği kitabı La Filosofia di Giambattista Vico yu 1913 yılında İngilizceye çevirenin de bu İtalyan ustanın hayranı, eğer izleyicisi demek kabul edilmeyecekse, Collingwood dan başkası olmadığını söylemek şimdilik yeterlidir. Ne var ki, Croce tarafından yorumlandığı gibi ana hatlarıyla Vicocu çizgilerde seyrettiği söylenebilirse de Collingwood un doğa tarihini beşeri olandan ayırmak için kullandığı kendi argümanı, kendi sapmalarını yarattı. Collingwood doğanın bir içi olmadığını belirtti. Doğa söz konusu olduğunda, bir olayın ici ve dışı arasındaki bu ayrım ortaya çıkmaz. Doğa olayları sadece birer olaydır; bilim insanlarının, düşüncesinin izlerini sürebilecekleri faillerin edimleri değildir. Böylece gerçekten tarih olarak isimlendirilebilecek tüm tarih beşeri faaliyetlerin tarihidir. Tarihçinin görevi kendisini bir eylemin içinde düşünmek, failinin aklından geçeni idrak etmektir. Bu nedenle tarihsel ve tarihsel olmayan insan faaliyetleri arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. İnsan davranışı onun hayvani doğası diye isimlendirilebilecek şeyler tarafından belirlendiği sürece, tarih dışıdır; bu faaliyetler süreci doğal bir süreçtir. Collingwood a göre bu nedenle tarihçi insanların yeme içme, uyuma, aşk yapma ve böylece doğal arzularını tatmin etmesi gibi olgularla ilgilenmez; o gelenek ve ahlak tarafından izin verildiği biçimleriyle bu arzuların tatmini üzerinden kendisi tarafından bir düşünce olarak yaratılan yapılardaki sosyal gelenek ve göreneklerle ilgilenir. Bedenin herhangi bir tarihi ile değil, sadece bedenin sosyal inşasının tarihi inceleme nesnesi olabilir. İnsanı doğal ve sosyal, ya da kültürel olarak ikiye ayıran Collingwood, bu ikisini bir araya getirme gereği duymaz. [16] Collingwood Croce nin 1893 de yayımlanan Bir Sanat Olarak Tarih denemesini tartışırken şöyle yazar: Croce bir Alman düşüncesi olan tarihin bir bilim olduğunu reddederek kendisini doğacılıktan (naturalism) tek bir hamleyle uzaklaştırır ve tarihi, doğadan radikal anlamda farklı bir şey olarak gören bir tarih düşüncesine çevirir yüzünü. [17] David Roberts Croce nin olgunluk dönemiyle ilgili daha doyurucu açıklamalar getirmektedir. Croce doğa bilimlerindeki kavramların beşeri amaçlar için geliştirilip insanlar tarafından inşa edilmiş kavramlar olduğu fikrini savunan Ernest Mach ve Henri Poincaré in yazılarına dayanarak geliştirmiştir. Ona göre doğanın içinde ne var diye bakınca, sadece kendimizi görürüz. Kendimizi en iyi şekilde anlamak kendimizi doğanın bir parçası olarak görmekle olmaz. Roberts in

ortaya koyduğu gibi, böylece, Croce, beşeri dünya dışında bir dünya olmadığını ilan etti ve sonra Vico nun, bizim yarattığımız beşeri dünyayı bizim bilebileceğimiz yönündeki temel doktrinini devraldı. Croce için, o zaman, bütün maddi nesneler insan düşüncesinin içinde sınıflandırılmalıydı. Örneğin, kayaların bizatihi bir varoluşları yoktu. Robert in dediği gibi, böylece Croce nin idealist felsefesi örneğin, insanoğlu düşünmese kayalar varolmayacak anlamına gelmiyordu. İnsan dilinden ve ilgisinden bağımsız olarak düşünüldüğünde, onlar ne varolurlardı ne de varolmazlardı, çünkü varolmak sadece insani ilgi ve amaçlar bağlamında anlamı olan beşeriyete ait bir kavramdır. [18] Böylece, hem Croce hem de Collingwood beşeri tarihi ve doğayı, doğanın da bir tarihi olduğunun söylenebilmesi ölçüsünde, amaca yönelik bir beşeri eylem içinde benimsemekteydi. Bunun ötesinde varolan varolmaz çünkü varlığı insanlar için herhangi bir anlam ifade etmez. Öte yandan 20. Yüzyılda Vico nun çizgisinin yanısıra daha sosyolojik ya da daha materyalist denebilecek başka argümanlar da geliştirildi. Bunlar da beşeri olanı doğal olandan ayırmayı haklı çıkarma kaygısını sürdürdüler. Belki şöhreti kötü ama etkisi büyük bir tanesi de Marksist felsefe üzerine Stalin in 1938 yılında yayımladığı Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm adlı kitapçıktı. Stalin meseleyi şöyle ortaya koyuyordu: Coğrafi çevre hiç kuşkusuz toplumun gelişmesinde sabit ve ayrılmaz şartlardan bir tanesidir ve şüphesiz, [ ] onun gelişimini hızlandırır ya da yavaşlatır. Ama toplumdaki değişimler ve gelişme coğrafi çevredeki değişimler ve gelişmeden kıyaslanamaz ölçüde hızlı ilerlediğinden coğrafi çevrenin etkisi ana belirleyici değildir. 3000 yıllık bir sürede Avrupa da üç değişik sosyal düzen birbirini izledi: ilkel komünal düzen, köleci düzen ve feodal düzen. [ ] Ancak bu zaman zarfında Avrupa daki coğrafi koşullar ya hiç değişmedi ya da öylesine az değişti ki coğrafya hiç dikkat çekmedi. Bu son derece normal bir durumdur. Herhangi bir önem arz eden coğrafi çevre değişiklikleri için milyonlarca yıl gerekir ama birkaç yüzyıl ya da binyıl da insan toplumlarının düzeninde çok büyük değişiklikler için bile yeterlidir. Bütün dogmatik ve basmakalıp tonuna rağmen, Stalin in bu metni muhtemelen 20. yüzyılın ortası dönemdeki tarihçilerin paylaştığı bir önkabülü yansıtıyordu: İnsanın içinde bulunduğu çevre, evet, değişir, ama o denli yavaş değişir ki insanın çevresiyle olan ilişkisinin tarihi neredeyse ebedidir, bu nedenle de

hiçbir şekilde tarih yazıcılığının bir nesnesi değildir. Hatta Fernand Braudel 1930 ların sonlarında kendisini içinde bulduğu tarih disiplininin durumuna isyan edip sonraları 1949 yılında şaheseri Akdeniz ile isyanını ilan ettiğinde bile, isyanının, temelde, Braudel in deyimiyle, sanki çiçekler her bahar açmıyor, koyun sürüleri her yıl göç etmiyor yahut gemiler mevsimden mevsime değişen sahici bir denizde yol almıyormuş gibi, çevreyi sadece kendi tarihsel anlatılarına sessiz ve pasif bir arka perde olarak giriş bölümlerinde ele alıp sonra unutan tarihçilere karşı olduğu aşikardı. Akdeniz i kurgularken Braudel içinde mevsimlerin daimi tekerrürler kendisini tekrarlayan bir döngülerin tarihi - ve doğadaki öteki tekerrürlerin insan eylemlerinin şekillenmesinde aktif bir rol oynadığı bir tarih yazmak istiyordu. [20] Bu anlamda çevrenin Braudel in satırlarında yapıcı bir varlığı söz konusuydu, ama Gadamer in Johann Gustav Droysen üzerine yaptığı tartışmasının ortaya koyduğu gibi, doğanın esasen mükerrer olduğu fikrinin Avrupa düşüncesinde uzun ve çok eski bir tarihi vardı. [21] Braudel in pozisyonu hiç kuşkusuz Stalin in geliştirdiği bir arkaperde-olarak-doğa anlayışına göre çok önemli bir gelişmeyi ifade ediyordu. Ama Braudel de Stalin le temelde çok önemli bir önkabülü paylaşıyordu: insanoğlunun çevreyle ilişkisi o denli yavaştı ki neredeyse ebedi idi. [22] Bugünün küresel iklim değişikliği literatüründe yaygın olan bu düşünceyi yani iklimin ve dolayısıyla bütün çevrenin yavaş ve ebedi görünen bir arkaplanın, insan eylemleri uğruna, insanlık için tek kelimeyle faciayı işaret eden bir hızla kendisini dönüştürdüğü bir uç noktaya bazen gelebildiği düşüncesini Stalin, Braudel ve diğerlerinin bilmesi beklenemezdi. Eğer Braudel, bir dereceye kadar, doğal/beşeri tarih ikileminde bir gedik açtıysa, denilebilir ki 20. yüzyıl sonunda çevre tarihinin yükselişi bu gediği iyice büyütmüştür. Çevre tarihçilerinin bazen insanın doğa tarihi diye adlandırılabilecek eserler verme yolunda sahiden ciddi mesafeler katettiği de söylenebilir. Ama insanoğlunu anlama açısından bu tarih çalışmalarının üzerinde temellendiği noktalar ile insanın tarihsel aktör olması bağlamında iklim değişikliği üzerine yazan bilim insanlarının önerdikleri arasında çok büyük bir fark bulunmaktadır. En basit şekilde söylemek gerekirse, çevre tarihi, doğrudan kültürel, sosyal ya da ekonomik tarih içermediğinde, insanoğlunu biyolojik aktörler olarak görür. Yeni çevre çalışmalarının 1970 ler başındaki öncülerinden Alfred Crosby ünlü kitabı The Columbian Exchange in (Kolombiya Mübadelesi) girişinde bu noktanın altını çizer: İnsan Katolik ya da kapitalist ya da herhangi bir şey olmadan önce biyolojik bir

varlıktır. [23] Daniel Lord Smail in kısa süre önce yayımlanmış çalışması On Deep History and the Brain (Derin Tarih ve Beyin Üzerine) evrimsel ve nörobilimsel çalışmalardan kazanılan bilgiyle beşeri tarih çalışmalarını cüretli bir şekilde bağdaştırmaya yeltenmiştir. Smail in çalışması biyoloji ile kültür arasındaki olası bağlantıların izlerini özellikle de insan beyninin tarihi ile kültür tarihi arasındakileri- sürer, ama biyolojik akıl yürütmenin sınırları konusunda da son derece dikkatlidir. Ancak Smail in gündemi daha çok insan biyolojisinin tarihi ile ilgilidir, yoksa son zamanlarda farkına vardığımız insanın bir jeolojik aktör olmasına dair tezlerle değil. Bugünkü iklim değişikliğiyle ilgili yazan bilim insanları aslında çevre tarihçilerinin bugüne kadar yazdıklarından oldukça değişik bir şey söylemekteler. İklim bilimciler, farkında olmadan doğa ve beşeri tarih arasındaki yapay ama gelenekselleşmiş ayrımı ortadan kaldırırlarken, insanoğlunun basit bir biyolojik aktör olmasının ötesinde birşeye dönüştüğünü iddia ederler. İnsanoğlu bugün jeolojik bir gücü elinde tutmaktadır. Oreskes in vurguladığı gibi: Küresel ısınmanın gerçek bir vaka olduğunu inkâr etmek demek, tam da yeryüzünün en temel fiziksel süreçlerini değiştiren insanoğlunun jeolojik bir aktör olduğunu inkâr etmek demektir. Bilim insanları yüzyıllarca gezegensel süreçlerin öylesine büyük ve güçlü olduğunu düşündüler ki bizlerin onları değiştirmesi söz konusu olamazdı diye devam ediyor Oreskes. Bu jeoloji biliminin en temel ilkesiydi: jeolojik zamanın büyüklüğüyle kıyaslandığında insanoğlunun faaliyetleri son derece önemsizdi. Ve evet bir zamanlar öyleydi. Ama artık öyle değil. Şu anda o kadar çok insan o kadar çok ağacı kesiyor ve milyarlarca ton fosil yakıtı kullanıyor ki aslında bizler jeolojik aktörler haline gelmiş bulunmaktayız. Deniz suyu seviyesini yükselterek, buzları eriterek ve iklimi değiştirerek atmosferimizin kimyasını değiştirmeye başladık bile. Bunun tersini düşünmek için bir neden bulunmuyor. [25] Biyolojik aktörler ve jeolojik aktörler: sonuçları çok farklı olan iki değişik terim. 1995 de çevre tarihçiliğinin kökenleri ve o günkü durumu üzerine parlak gözlemlerde bulunun Crosby nin ilgi alanı daha çok biyoloji ve coğrafya idi, ancak o bile insanoğlunun gezegenimiz üzerinde jeolojik ölçüde bir etkiye sahip olabileceğini pek tahayyül etmemişti. Crosby nin insana dair vizyonu, Braudel den alıntıladığı gibi, hala insanı iklimin bir esiri gibi görmeye dayanıyordu, iklimi yapan bir aktör değil. [26] İnsanoğlunu jeolojik bir aktör

olarak adlandırmak ona dair tahayyülümüzün ölçeğini büyütmek demektir. İnsanlar hem kolektif hem de bireysel olarak biyolojik aktörlerdir. Bu her zaman böyleydi. Dünya tarihinde insanların biyolojik aktörler olmadığı hiçbir dönem olmadı. Ancak sadece tarihsel ve kolektif olarak jeolojik aktörler olabiliriz, yani, öyle büyük sayılara ulaştık ve öyle gelişmiş teknolojiler icat ettik ki gezegenimizin kendisi üzerinde çok büyük ölçüde bir etki yaratabilme yeterliliğine bugün sahibiz. Jeolojik aktörlere dönüştüğümüzü söylemek dünya tarihinde türlerin nesillerinin tükenişinde olduğu zamanlarda ortaya çıkanla aynı ayarda büyük bir gücü kendimize atfetmek anlamına gelmektedir. Şu anda insanoğlu böylesi bir dönemden geçiyor gibi gözükmektedir. Uzmanlara göre, şu andaki tür çeşitliliğinin azalma hızı yaklaşık 65 milyon yıl önce dinozorların silinip süpürüldüğü dönemdeki olayda gördüğümüze benzer bir türlerin yok olma hızını andırmaktadır. [27] İnsanlığın gezegendeki izleri her zaman bu kadar büyük olmamıştı. İnsanlık böylesine bir etmen olma özelliğini Sanayi Devrimi ile kazandı ama bu sürecin cidden ivme kazanması 20. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleşti. İnsanoğlunun jeolojik bir aktör olması çok yeni bir olgudur. Bu anlamda, doğa ve beşeri tarih arasındaki ayrımın ki çevre tarihçiliğinde bile bunlar birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde olmalarına rağmen varlığını sürdürmüştü, ancak şu son yıllarda ortadan kalktığını söylemek mümkün. Artık sorun basitçe insanın doğayla karşılıklı etkileşiminin ötesine gitmektedir. Bu karşılıklı etkileşim teması insanoğlunun hep kullandığı bir temaydı özellikle de genel olarak Batı düşünce geleneği diye adlandırılan geleneğin son derece önemli bir tahayyülüydü. [28] Günümüzde iddia edilen odur ki insanoğlu doğada jeolojik anlamda gücü olan bir aktör haline gelmiştir. Bu krizde Batı nın (ve de evrensel dünyanın) siyasal düşünce geleneğinin en temel önkabullerinden biri çözülmüş, artık geçersiz olmuştur. İkinci Tez: İnsanın jeolojik bir güç olarak var olduğu Anthroposen adı verilen yeni jeolojik çağ düşüncesi modernite ve küreselleşmeye ilişkin hümanist tarih çalışmalarını ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. İnsanoğlunun kültürel ve tarihsel çeşitliliği ile insan özgürlüğünün nasıl birleştirilebileceği meselesi 1750 den bugünkü küreselleşme dönemine kadar yazılan tarih eserlerinin altında yatan en kilit soruyu oluşturmuştur. Gadamer in Leopold von Ranke ye atfen de vurguladığı gibi, çeşitliliğin kendisi tarihçilerin tarihsel süreç tahayyülündeki özgürlük figürü idi. [30] Özgürlük insan ve vatandaşlık haklarından, anti-sömürgeciliğe ve ulusların kendi

kaderlerini tayin etme hakkına kadar uzanan geniş bir yelpazede farklı zamanlarda farklı anlamlar taşıdı. Denilebilinir ki özgürlük toplumsal özerklik ve egemenlik için değişik tahayyülleri birleştiren kapsayıcı bir kategori işlevi görmektedir. Kant ın, Hegel in ya da Marx ın eserlerine, 19. yüzyıl ilerleme ve sınıf mücadelesi düşüncelerine; köleliğe karşı yapılan mücadeleye; Rus ve Çin devrimlerine; Nazizm ve Faşizm e karşı direnişe; 1950 lerin ve 1960 ların sömürgecilik karşıtı hareketlerle ve Küba ve Vietnam devrimlerine; haklar söyleminin evrilip yükselişe geçmesine; siyahilerin, kızılderililerin, Hintli Dalit lerin ve diğer azınlıkların hak mücadelelerine; hatta Amartya Sen in kitabı Development as Freedom da (Bir Özgürlük Olarak Gelişme) öne sürdüğü argümanlarına baktığımızda, Sen in de dediği gibi, son 250 yılın insanlık tarihine ilişkin eserlerin hemen hepsinde en merkezi motifin özgürlük olduğunu görürüz. Elbette ki daha önce de değindiğim gibi, özgürlük her zaman herkes için aynı anlama gelmedi. Francis Fukuyama nın özgürlük anlayışı Amartya Sen inkinden dikkate değer biçimde farklı olacaktı. Ama kelimenin semantik (anlamsal) genişliği bile retorik gücünü bize göstermeye yetmektedir. Aydınlanma dan beri özgürlük üzerine yapılan hiçbir tartışmada insanoğlunu bu özgürlüğe götüren süreçler sayesinde ve eşzamanlı olarak kazandığı jeolojik aktörlükle ilgili herhangi bir farkındalık yoktu. Özgürlük üzerine düşünen felsefeciler esas itibariyle ve anlaşılabileceği üzere, insanoğlunun adaletsizlikten, baskılardan, eşitsizliklerden ve hatta diğer insanların ya da insan ürünü sistemlerin tekdüzelik yönündeki yutturmacalarından nasıl kaçıp kurtulabilecekleriyle ilgilendiler. Jeolojik zaman ve insani faaliyetlerin kronolojisi onlar için alakasız olageldi. Bu iki takvim arasındaki mesafe, gördüğümüz gibi, iklim bilimcilerinin bugün çöktüğünü söyledikleri mesafedir. Biraz önce bahsettiğim 1750 den bugüne uzanan zaman dilimi aynı zamanda insanoğlunun odundan ve diğer yenilenebilir yakıtlardan büyük ölçekli fosil yakıt kullanımına, -önce kömür, sonra petrole- geçişin yaşandığı zaman dilimidir. Modern özgürlüklerin konağı fosil yakıt kullanımının giderek genişleyen temeli üzerine yükseldi. Bugüne kadarki özgürlüklerimizin çoğu enerji yoğunlukluydu. Bugün genellikle uygarlık kurumları olarak düşündüğümüz tarımın başlaması, şehirlerin kurulması, tek tanrılı dinlerin yükselişi, yazının icat edilmesi gibi gelişmelerle bağdaştırılan insanlık tarihinin bu dönemi on bin yıl kadar önce başladı ki bu dönemde gezegenimiz son buzul çağı ya da Pleistosen denilen bir jeolojik dönemden, yakın zamanların daha ılıman Holosen dönemine geçti. Halen bu Holosen dönemin içinde olmamız

gerekiyordu; ancak antropogenik iklim değişikliği ihtimali bu dönemin sonlandığına dair soru işaretlerini gündeme getirmiştir. Bugün insanoğlu nüfusun artışı, fosil yakıtların kullanımı ve diğer benzer faaliyetler nedeniyle gezegen üzerinde bir jeolojik olaylar failine dönüştüğü için, bilim insanları da gezegenin çevresel faktörlerinin ana belirleyicisinin insanlar olduğu yeni bir jeolojik çağın başladığı argümanını ileri sürmüşlerdir. Onların bu yeni jeolojik çağa verdikleri ismin adı Anthroposen dir. Bu öneri ilk kez Nobel Kimya ödülü sahibi Paul J. Crutzen ve meslektaşı deniz bilimleri uzmanı Eugene F. Stoermer tarafından dillendirilmiştir. 2000 yılında yaptıkları kısa açıklamada şöyle dediler: Atmosfer ve gezegen üzerindeki büyük ve halen artmakta olan insan faaliyetlerinin etkilerini ve bunların küresel boyutunu ve ölçeğini dikkate aldığımızda, insanoğlunun jeoloji ve ekolojide oynadığı merkezi rol içinde yaşadığımız jeolojik çağın Anthroposen kavramıyla nitelendirilmesi bize fazlasıyla makul görünmektedir. [31] Crutzen Nature dergisinde 2002 yılında yayımlanan yazısında aşağıdaki kısa öneriyi ele aldı: Son üç yüz yıldır insanların küresel düzeyde çevreye etkileri hızla artmaktadır. Antropogenetik karbon dioksit salınımları yüzünden küresel iklim önümüzdeki binyılda da izlemesi beklenen doğal davranışından çok ciddi düzeyde sapmalara maruz kalabilir. Bugünkü insan egemenliğindeki jeolojik döneme Anthroposen isminin verilmesinin uygun olacağı görülmektedir. Bu Anthroposen dönem son on - on iki bin yılda görülen ılıman Holosen dönemi izleyen bir dönem olacaktır. Anthroposen dönemin 18. yüzyılın ikinci yarısında kutuplardaki buzların içindeki sıkışmış havanın incelenmesi sonucunda, artan miktarda karbon dioksit ve metan gazının fark edilmesiyle küresel ölçekte başladığı da iddia edilebilir. Ne tesadüf ki bu tarih James Watt ın 1784 te buhar makinesini icat ettiği tarihle çakışmaktadır. [32] Elbette ki Crutzen in böyle bir tabir kullanması Antropesen dönemi resmen kabul edilmiş bir jeolojik dönem yapmayacaktır. Mike Davis in de dediği gibi biyolojide ya da tarihte olduğu gibi jeolojide de dönemselleştirme karmaşık, tartışmaya açık bir sanattır ve hemen her zaman şiddetli tartışma ve mücadelelerle doludur. [33] Örneğin 1833 yılında Sir Charles Lyell açıkça bu son on - on iki bin yıllık buzul çağı sonrası döneme Holosen ismini verdiğinde bu isim öyle hemen kabul gören bir isim olmadı. Uluslararası Jeoloji Kongresi nin bu ismi resmen kabul etmesi neredeyse 50 yıl sonra toplanan

1885 Bologna Kongresi ne rastlar. Aynı şey Anthroposen için de geçerlidir. Bilim insanları Anthroposen dönemin tam olarak ne zaman başlamış olabileceği konusunda Crutzen ve onun meslektaşlarıyla bir tartışma yürütüyorlar. Ancak 2008 yılında Amerikan Jeoloji Derneği nin (GSA Today) üyelerine yolladığı ve Londra Jeoloji Derneği Stratigrafi Komisyonu tarafından imzalanan bir broşürde Crutzen in Anthroposen döneme ait tanım ve tarihlendirmesinin kabul edildiğine dair bir ifade bulunur. [34] Daha muhafazakar bir yaklaşım sergileyerek şöyle bir karara varırlar: Uluslararası tartışmaları biçimlendirmede dikkate alınabilecek yeni bir jeolojik dönem olarak hali hazırda resmi olmayan ama küresel iklim değişikliği için parlak bir metafor olan, Anthroposen kavramının kabul edilmesi için elimizde çok ciddi stratigrafik değişimden (hem olmuşbitmiş, hem de eli kulağında) kaynaklanan yeterli kanıtlar birikmektedir. [35] Bu kavramın sosyal bilimciler arasında da yavaş yavaş kabul gördüğüne dair giderek artan kanıt mevcuttur. Öyleyse, 1750 den günümüze uzanan dönem bir özgürlük Çağı mıydı yoksa Anthroposen miydi? Anthroposen özgürlük anlatılarının bir eleştirisi midir? İnsanoğlunun jeolojik bir aktör olması özgürlük uğruna ödediğimiz bir bedel midir? Bazı açılardan bu sorunun cevabı evettir. Edward O. Wilson in The Future of Life (Yaşamın Geleceği) adlı kitabında belirttiği gibi: İnsanoğlu bugüne kadar sadece kısa vadede kendi yaşamını sürdürme gailesiyle ilgilenen dünyalı bir katil rolünü oynamıştır. [ ] Eğer Sumartralı gergedan Emir konuşabilseydi, 21. yüzyılın da şu ana kadar bu meselede bir istisna olmadığını söylerdi. [37] ama Aydınlanma teması özgürlük ile insan ve jeolojik kronolojilerin çökmesi arasındaki ilişki basit bir ikiliğin sağlayabileceğinden daha karmaşık ve çelişkilerle dolu gibi görünüyor. Doğrusu insanoğlunun bir jeolojik aktör haline gelmesi onun kendi kararları sayesinde gerçekleşti. Denilebilir ki Anthroposen insanoğlunun tercihlerinin istemeden yapılan bir neticesi oldu. Ancak açıktır ki insanoğlunun bu çıkmazdan kurtulmasının yolu küresel ve kolektif hayatta akla daha fazla müracaat etmesini gerektirmektedir. Wilson ın da vurguladığı gibi: şu anda bu sorun hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. [ ] Ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Ya da Crutzen ve Soermer i yeniden dinlersek: İnsanoğlu yeni binyıllarda da büyük bir jeolojik güç olarak kalacaktır, hatta belki gelecek milyonlarca yıl için de bu doğrudur. İnsan eliyle oluşmuş bu baskılara karşı ekosistemlerin sürdürülebilirliğine yarayacak dünya çapında kabul görmüş bir strateji geliştirebilmek

kazanılmış bilgilerin akılcı kullanımı ve yoğun bir araştırma çabası gerektiren, insanoğlunun gelecekteki en büyük meselelerinden biri olacaktır. [ ] İnsanoğlunu daha küresel, sürdürülebilir, çevresel bir yönetime doğru yönetmek heyecan verici ama zor ve yıldırıcı bir görevi küresel araştırma ve mühendislik camiasının önüne koyacaktır. ["A," p. 18] O halde, mantıksal olarak Anthroposen çağında geçmişten daha fazla Aydınlanmaya (yani akla) ihtiyacımız olacak. Ancak aklın rolüne dair bu iyimserliği kısıtlayıcı bir faktör vardır ki o da insan toplumlarında özgürlüğün aldığı en ortak biçimle ilgilidir. Halkçı bir çağda, ulusların içinde ve aralarındaki keskin eşitsizliklerle şimdiden karmaşıklaşmış bir dünyada siyaset kimsenin kontrol edemediği birşeydir. Davis in de dediği gibi Nüfusun müthiş patlaması önümüzdeki 40 yılda dünya kentlerinin nüfusunu 3 milyar kişi artıracaktır (bunların yüzde 90 ı yoksul kentlerde olacak) ve hiç kimsenin, ama kesinlikle hiç kimsenin (buna soldaki düşünürler de dâhil edilebilir), giderek artan enerji ve yiyecek krizleriyle dolu bir varoşlar dünyasında insanların, bırakalım en temel mutluluk ve haysiyet özlemlerini, sadece yaşamlarını biyolojik olarak sürdürebilmelerinin bile nasıl sağlanacağına dair en ufak bir fikri yok. ( LIS ) O halde iklim değişikliği krizinin tahayyül bile edemediğimiz bir geleceğe dair endişeler üretebilmesine şaşırmamak lazım. Bilim insanlarının aklın bizi içinde bulunduğumuz bu çıkmazdan kurtaracağına dair umudu Bilim miti ile Bruno Latour un Politics of Nature (Doğa Siyaseti) adlı eserinde tartıştığı bilimlerin gerçekteki siyaset biçimi arasındaki sosyal karşıtlığı hatırlatmaktadır. [38] Siyaset algısından tümüyle yoksun kalmış Wilson, kendi pratiklik algısını ancak bir filozofun endişeyle karışık umudu olarak ifade etmektedir. Belki zamanında harekete geçebiliriz. (FL, s. 102) Aslında tam da küresel ısınma bilimi siyasal zorunlulukları bir gereklilik haline dönüştürmektedir. Tim Flannery nin 2084: The Carbon Dictatorship (2084: Karbon Diktatörlüğü) isimli kitabı, örneğin, Orwell imsi bir kâbusun karanlık görünümünü gündeme getirmektedir. [39] Mark Maslin kitabını bazı iç karartıcı düşüncelerle bitirir: Küresel siyasetin küresel ısınmayı çözmesi mümkün değildir. Teknolojik çözümler tehlikelidir ve çözmeyi hedefledikleri sorunlar kadar kötü sorunlara yol açarlar. [ ] Küresel ısınma uluslar ve bölgeler arasında önümüzde 50 yılın planlanmasını gerektirir ama siyasetin kısa vadeli kararlar almaya odaklı doğasından ötürü birçok toplumun bunu yapabilmesi mümkün

değildir. Maslin in en kötüsüne hazırlıklı olup uyum sağlamalıyız önerisi ile Davis in insanoğlunun kapısında bekleyen varoşlar dünyası gözlemleri bir arada düşünüldüğünde insan özgürlüğü sorununun Anthroposen çağın kara bulutlarıyla kaplandığını görürüz. [40] Üçüncü Tez: Anthroposen e dair jeolojik tez bizleri sermayenin küresel tarihlerini insanoğlunun bir tür olarak tarihi ile birlikte düşünmeye zorunlu kılmaktadır. Kapitalist küreselleşme yoluyla ortaya çıkan özgürlük meseleleriyle uğraşan analitik yapılar hiçbir şekilde iklim değişikliği çağında geçerliliğini yitirmez. Davis in de gösterdiği gibi, eğer yoksul ve kırılgan katmanlar görmezden gelinirse iklim değişikliği zaten kapitalist dünya düzenindeki eşitsizlikleri daha da arttırmayla sonuçlanabilir. (bkz. LIS ) Kapitalist küreselleşme vardır, o nedenle eleştirileri de olmalıdır. Bir kere iklim değişikliği krizinin şu an var olduğunu ve kapitalizmden daha uzun süre sonra da ya da kapitalizmin birçok tarihsel değişiklikler geçirmesinden sonra da dünyamızda var olabileceğini kabul edersek, bu eleştirilerin insanoğlunun tarihi için yeterli açıklamaları sunmadığını görürüz. Küreselleşme problematiği iklim değişikliğini sadece bir kapitalist yönetme krizi olarak okumamıza imkân verir. Her ne kadar iklim değişikliğinin sermayenin tarihi ile derinden alakalı olduğunu inkâr etmek mümkün değilse de, iklim değişikliği krizinin bir gerçek olarak kabul gördüğü ve Anthroposen çağın ufukta görünmeye başladığı böylesi bir dönemde, sadece sermaye eleştirisi insanlık tarihiyle ilintili sorunların ele alınmasında yetersiz kalacaktır. Anthroposen in jeolojik bugünü insanlık tarihinin bugünü ile birbirine karışmıştır. İklim değişikliği kriziyle ve dünya ölçeğindeki diğer ekolojik problemlerle ilgili olarak insanoğlu üzerine çalışan akademisyenler insanlığın kayıtlara geçmiş tarihi ile onun derin tarihi arasında bir ayrım yaparlar. Kayıtlara geçmiş tarih ile kastedilen, en genel anlamda, tarımın icadından sonraki on bin yıllık ama yaygın olarak da yazılı kayıtların ortaya çıktığı son dört bin yıllık tarihtir. Modernite ve erken modernite dönemi çalışan tarihçiler ise genellikle son dört yüz yıllık arşivlere gidip gelirler. Bu tarihlerden daha gerilere gidenler ki profesyonel tarihçi degildir bu kişiler bu tarihe derin tarih derler. Bu ayrımın ana savunucularından Wilson a göre İnsan davranışı yazılı tarihin on bin yılının bir ürünü değildir, o insanlığı yaratan yüzbinlerce yıllık genetik ve kültürel değişikliklerin bir ürünüdür. [41] Derin tarihin entelektüel cazibesini

profesyonel tarihçilere açıklamayı deneyen Smail e bu konuda hakkını vermek de yerinde olacaktır. [42] İnsanoğlunun derin tarihiyle ilgili böylesine bir bilgi olmadan, iklim değişikliğinin neden bir kriz oluşturduğu konusunda bir açıklamaya ulaşmak cok zor olurdu. Jeologlar ve iklim bilimciler gezegenimizin daha önceki çağlardaki ısınmasından farklı olarak küresel ısınmanın bugünkü evresinin doğasının neden anthropogenik olduğunu açıklayabilirler, ama bu ısınmanın sonuçları üzerinde kafa yormadan şu an devam eden krizin insanlar için ne anlam ifade edeceğini anlayamazlar. Bu sonuçların anlamlandırılabilmesi ancak insanlığı bir yaşam biçimi olarak düşünebilmekle ve insanoğlunun tarihini gezegenimizdeki yaşamın tarihinin bir parçası olarak bakabilmekle mümkündür. Çünkü sonuçta gezegenin ısınmasının tehdit ettigi şey jeolojik gezegenin kendisi değil, insan yaşamının Holosen çağda geliştiği gibi devam edebilmesi için ihtiyaç duyulan hem biyolojik hem de jeolojik koşullardır esasen. Wilson ve Crutzen gibi akademisyenler gerek insan gerekse de diğer canlı biçimlerini adlandırmakta tür kavramını kullanıyorlar. İnsandan bir tür olarak bahsediyor, bugünkü krizin doğasını anlamak için yararlı bir kategori olarak tür kavramına başvuruyorlar. Bu kavram solcu düşünürlerin yazdıkları standart tarih kitaplarında ya da küreselleşmenin siyasi ve ekonomik analizinde hiçbir zaman karşımıza çıkabilecek bir kavram değildir, çünkü küreselleşmenin analizi, anlaşılabilir nedenlerle, sadece insanoğlunun yakın ve yazılı tarihiyle ilişkilendirilir. Öte yandan, tür üzerine düşünmek, derin tarih mevzularıyla bağlantılıdır. Dahası, Wilson ve Crutzen bu tür bir düşünce biçiminin insanoğlunun çıkarlarını tahayyül etmede aslında çok esaslı bir düşünce biçimi olduğunu öne sürüyorlar. Wilson ın dediği gibi Bu tür bir uzun vadeli bakış açısı [ ] sadece türümüzü anlamak için değil, aynı zamanda onun geçmişini sağlam bir şekilde güvence altına almak için de elzemdir. (SN, s.x) Bu nedenle iklim değişikliği krizini tarihsel olarak yerli yerine oturtma çabası birbiriyle oldukça gerilimli olan entelektüel oluşumların bir arada kullanılmasını gerektirmektedir: gezegensel ve küresel; derin ve yazılı tarihler; tür eksenli düşünme ve sermayenin eleştirisi. Bunu söyleyerek tarihçilerin küreselleşme ve dünya tarihi üzerine düşünme biçimlerinden biraz ayrılmakta olduğumun farkındayım. Michael Geyer ve Charles Bright, 1995 yılında kaleme aldıkları ve Küresel Çağda Dünya Tarihi

başlıklı bir nirengi noktası özelliği taşıyan yazılarında şöyle derler: 20. yüzyılın sonunda karşılaştığımız şey evrenselci ve tekçi bir modernite değil, çoklu ve daha da çoğalmakta olan modernitelerle bütünleşmiş bir dünyadır. Dünya tarihi söz konusu olduğunda evrensel bir ilke yoktur. Bunun yerine, tarihsel çalışmaları ve eleştirel yaklaşımları bekleyen birçok spesifik, çok maddi ve pragmatik uygulamalar söz konusudur. Ancak ticaret, imparatorluklar ve kapitalizmle oluşturulan küresel ilişkiler sayesinde ürkütücü yeni bir durumla yüz yüzeyiz: yüzyıllar ve uygarlıklar boyunca dünya tarihinde özne olarak kabul edilen insanlık kavramı bütün insanları kapsayacak bir anlamda kullanılmaktadır. Bu insanlık zenginler ve yoksullar olarak aşırı derecelerde bir kutuplaşmaya gitmiştir. [43] Geyer ve Bright in farklılıkların altının çizildiği felsefelere içkin ifadelerinde bu insanlık kavramı bir tane değildir. Bu kavram tek bir yeknesak uygarlıktan bahsetmez. Bu insanlık artık ne sadece bir tür olarak ne de doğal bir durum olarak görülebilir. Onlara göre, bir takım varoluşsal gelişmelerle biz insanlar kolektif olarak kendi kendimizi oluştururuz ve böylece kendimize karşı sorumlu oluruz. (WH, s. 1059) Açıkça görülüyor ki Anthroposen düşüncesini savunanlar bu yukarıdaki görüşlerle taban taban zıt düşünüyorlar. Onlar insanların özel bir tür oluşturduklarını ve böylece diğer türleri egemenlikleri altına alma sürecinde bir jeolojik güç statüsü edinebildiklerini düşünüyorlar. Bir başka deyişle, en azından günümüzde, insanlar artık bir doğa gücü olarak kabul edilmelidir. Bu iki pozisyon arasında bir diyaloğu nasıl yaratabiliriz? Türlerden bahsetmenin biyolojik tınısının tarihçileri rahatsız etmesi anlaşılabilir bir şeydir. Kendilerinin hoş bir şekilde biledikleri insan faaliyetlerindeki tesadüf ve özgürlük düşüncesi yerine düşünsel platformu dünyanın daha deterministik bir algıya bırakacağı endişesini taşımaktadırlar. Ayrıca, Smail in de altını çizdiği gibi, biyolojinin politik amaçlı kullanımına dair birçok tehlikeli örnek hep olmuştur. [44] Dahası, korkulan bir duşunce de tür kavramını kullanmanın insanoğlunu anlamakta güçlü bir özcülüğe (essentialism) yol açabileceğidir. Birazdan tesadüf meselesine döneceğim, ama öncelikle özcülük konusunda Smail in türlerin neden özcü bir şekilde düşünülemeyeceğine dair bize yardımcı olacak şu argümanlarına kulak vermek yerinde olacaktır: Darwin e göre türler Tanrı tarafından kendilerine aşılanmış doğal özlere sahip sabitlenmiş varlıklar değildir. [ ] Doğal seçilim bir türün bireylerini yeknesaklaştırmaz. [ ] Hal böyle olduğundan, normal [ ] bir

doğa ve beden biçimi arayışı beyhudedir. Ve bunun gibi insan doğasını tanımlama arayışı da aynı ölçüde beyhudedir. Bu noktada ve diğer birçok alanda, biyoloji ve kültürel çalışmalar esasta mutabakat oluşturmaktadır. [45] Açıktır ki farklı akademik disiplinler insanoğlunun nasıl algılanması gerektiğine dair kendi uygulayıcılarını farklı konumlandırır. Bütün disiplinler kendi çalışma nesnelerini yaratmak zorundadır. Nasıl ki biyoloji ve tıp insanı kendi bazı spesifik algılayışlarına indirgerlerse, humanist tarihçiler de kendi kahramanlarının, yani insanların, hikâyelerinin de indirgemeci olduğu gerçeğini çoğu zaman fark etmez. Şahsiyet olgusunun yokluğunda tarihin insan nesnesinden söz edilemez. Bu nedenledir ki Derrida, Foucault nun gazabı unvanını almıştır çünkü ona göre, deliliği mümkün kılan herhangi bir arzunun kendisinin deliliğin tarihi içinde konuşulabilmesi Foucault nun projesinin en deli veçhesidir. [46] Bütün akademik disiplinlerdeki hümanistler için çok kilit öneme sahip bir nesne olarak şahsiyet de sonuçta bir anatomi dersinde tartışılan insan iskeletinden daha az bir indirgeme ya da soyutlama değildir. İklim değişikliği krizi akademisyenleri, kendi dar disiplinlerine ait önyargıların ötesine geçmeye davet etmektedir çünkü bu kriz birçok boyutu ihtiva eden bir krizdir. Bu bağlamda, bu krizin doğasını açıklama ve araştırmada şimdiden tarihçilerden çok daha fazla mesafe katetmiş iktisatçılar da dâhil, birçok araştırmacının tür kavramını dikkate almaya başladılarını gözlemlemek ilginçtir. Aslında eğitimli bir okuyucu kitlesi için hazırlanan ama daha popüler bir kitleye de ulaşmayı beceren Jeffrey Sach in Common Wealth (Ortak Refah) adlı kitabı tür kavramının kendi argümanları için kilit öneminin altını çizer ve Anhropocen döneme koca bir bölüm ayırır. [47] Sahiden de Sachs in kendi kitabı için bir önsöz yazmasını rica ettiği kişi Edward Wilson dan başkası değildir. Nasıl ki Marksist yazında kitleler ve halk yığınları adeta yarı Hegelci bir role sahipse, Wilson in önsözünde tür kavramı da benzer bir role sahiptir. Nasıl ki değişik Marksist görüşler değişik zamanlarda insanoğlu için iyi olanın, ezilenlerle halk yığınlarının bir öz bilinçlenme süreciyle küresel birliklerinin farkına varmaları ihtimalinde yattığına inanmışlarsa, Wilson da birlik olma ihtimaline dair umudunu, insanların kendilerini kolektif bir farkındalıkla bir tür olma potansiyeli üzerine bina eder: İnsanlık kendi iyiliği için eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde artık yerine koyamayacağı dünya kaynaklarını ya tüketmiş ya da dönüştürmüştür. Umulur ki bugün artık birleşmiş bir tür olarak kendimizi algılamada daha fazla bilgiye ve akıla

sahibiz. [ ] Kendimize bir tür olarak bakabilme bilgeliğini gösterebileceğiz. [48] Yine de, iklim değişikliği bağlamında tür kavramını kullanma konusunda şüpheler varlığını sürdürüyor ve soldaki eleştirmenlerde hemencecik açiğa çıkan bir tanesi hakkında tartışmak yerinde olacaktır. Örneğin fosil yakıt kullanımı, hayvancılığın sanayileşmesi, tropik ve diğer ormanların yok oluşu gibi küresel ısınmaya katkısı olan tüm faktörlerin aslında daha büyük bir hikâyenin parçası olduğu yönünde itirazlar mümkündür. Bu büyük hikâye şudur: Batıda kapitalizmin ortaya çıkması ve dünyanın geri kalan bölgelerinin Batı tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak emperyal egemenlik altına sokulması. Çin, Japonya, Hindistan, Rusya ve Brezilya gibi ülkelerin elitleri kapitalist ekonomik, teknolojik ve askeri güç yoluyla küresel egemenlik ve süpergüç siyasetine dair kendi rotalarını geliştirmek için ilhamlarını Batının yakın tarihinden almaktadırlar. Eğer bu tespit genel hatlarıyla doğruysa, o zaman insanoğlu ve tür hakkında konuşmak sadece kapitalist üretim gerçeğini ve onun koşullandırdıği emperyal (ister formel, informel ya da Deleuze ün dedigi anlamda machinic olsun) egemenliği gizlemeye hizmet etmez mi? Eğer bugünkü krizin gerçek sorumluluğu öncelikle zengin ülkelerde ve yoksul ülkelerin zengin sınıflarında ise, o zaman tür ve insanlık gibi herkesi kapsayıcı kavramları kullanarak, karbon ayak izleri görünmez olan dünya yoksullarını neden bu işin içine dahil edelim ki? Bu soruyu biraz daha detaylı tartışmalıyız; aksi takdirde günümüzün küreselleşme dönemindeki tarih yazıcılığı ile iklim değişikliğine dair Anthroposen ci teorilerin gerektirdiği türdeki tarih yazıcılığı arasındaki fark tam olarak netleşmeyecektir. Her ne kadar bazı bilim insanları Anthroposen dönemin başlangıcını tarım devrimine kadar götürürlerse de, benim okuduklarımdan çıkardığım Anthroposen döneme geçiş ne bir kaza ne de kaçınılması mümkün olmayan bir vakaydı. İnsan medeniyetinin başlaması için elbette ki bir gün insanın odundan kömüre, kömürden petrole geçişi bir zorunlu koşul olarak ortada durmuyordu. Ana enerji kaynağı olarak odundan kömüre geçiş son derece güçlü bir şekilde Kenneth Pomeranz ın ufuk açıcı kitabı Great Divergence da (Büyük Iraksama) gösterdiği gibi bir zorunluluk değil, bir tarihsel tesadüftü. [49] Rastlantısallık ve tarihsel tesadüfler başka konularda olduğu gibi petrolün keşfini petrol kodamanlarını ve araba endüstrisini ortaya çıkarmıştı. [50] Kapitalist toplumların kendileri kapitalizmin başlangıcından beri aynı kalmadılar. [51] İnsan nüfusu da İkinci

Dünya Savaşı ndan bu yana çarpıcı bir oranda arttı. Sadece bugünkü Hindistan nüfusu bile bağımsızlığın kazanıldığı 1947 yılına göre üç kattan daha fazla bir sayıya ulaşmıştır. Tabii ki Anthroposen döneme geçiş insan türüne içkin bir takım niteliklerin zorunlu sonucudur gibi bir iddiayı kimse dillendiremez. Biz bu dönemi kendimiz yarattık, kendimiz bu dönemi başlattık. Bunun yolu da hiç kuşkusuz sanayi medeniyeti sayesinde mümkün oldu. (Burada bugüne kadar yapıldığı gibi kapitalist ve sosyalist toplumlar arasında bir ayrım yapmıyorum, çünkü bunlar arasında fosil yakıt kullanma açısından ilkesel bir fark yoktu.) Eğer bizi bu krize sokan endüstriyel yaşam biçimi ise, o zaman soru, neden çok daha uzun bir tarihe ait olan tür kavramı bağlamında düşündüğümüzdür. Kapitalizm anlatısı ve onun eleştirisi iklim değişikliği tarihini ve onun sonuçlarını sorgulamak için neden yeterli olamadı? İklim değişikliği krizinin kapitalist sanayileşmenin yarattığı ve desteklediği yüksek enerji tüketen toplum modelleri yüzünden olduğu görünüşte doğrudur, ancak günümüzdeki bu kriz kapitalist, milliyetçi ve sosyalist kimliklerin mantığıyla doğrudan bağlı olmayan insan yaşamının var olması icin diğer bazı koşulları tartışmayı da gündeme sokmuştur. Bu koşullar daha çok gezegenimizdeki hayatın tarihi, yaşam formlarının birbiriyle ilişki biçimleri ve türlerin kitlesel yokoluşunun diğerleri için yarattığı tehlikelerle bağlantılıdır. Yaşamın böylesi bir tarihi olmadan, iklim değişikliği krizinin hiçbir insani anlamı yoktur. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, herhangi bir makul anlamda inorganik gezegen için bir kriz değildir bu kriz. Bir başka deyişle, endüstriyel yaşam biçimi Alice in hikâyesindeki tavşan deliğine çok benzer bir işlev görmektedir; öylesine bir duruma düşülmüştür ki bu yeni durum modernite ve ondan cıkardığımız anlamların merkezindeki kurumların varlığının bazı sınırlayıcı koşullarının tanınması yolunda bizi zorlamaktadır. Konuyu biraz açayım. Tarım devrimi diye bilinen, takriben on bin yıl önceki durumu ele alalım. Bu sadece insanın icat etme kapasitesinin bir ifadesi değildi. Tarım devrimini mümkün kılan atmosferdeki karbon dioksit miktarındaki birtakım değişiklikler, iklimdeki bir miktar istikrar ve Buzul Çağının (Pleistosen) sona ermesinin ardından gezegenin ısısının bir miktar artması gibi, insan kontrolünün dışında gelien şeylerdi. Humans at the End of the Ice Age (Buzul Çağının Sonunda İnsanlık) adlı kitabın editörlerinin ifade ettikleri gibi bu temel olgu, yani Buzul Çağının ortadan kalkması, Milankovich fenomeninin bir sonucuydu: Dünya ile Güneş arasındaki yörüngesel ve eğriliğin ilişkisi. [52] Gezegenin sıcaklığı bazı bölgelerde otların yeşerebilmesini