Yrd. Doç. Dr. Hidayet TUNCAY 1



Benzer belgeler
ÇOCUĞUM BAŞARACAK MI?

elif bengü Bölüm 4 İLETİŞİM VE EĞİTİM

Etkin Dinleme. Yönetici tarafından yazıldı Salı, 03 Mart :38 - Son Güncelleme Çarşamba, 18 Mart :25. Etkin Dinleme

Dil Gelişimi. temel dil gelişimi imi bilgileri

İngilizce öğretmenlerinin asenkron eğitimden ürkmeleri

AĐLE ĐÇĐ ETKĐLĐ ĐLETĐŞĐM

İngilizce nasıl öğrenilir?

Yeni Göç Yasas Tecrübeleri

İhtiyaç ve Tutum Analizi Anketi. Sevgili Öğrenciler,

ANKET SONUÇLARI. Anket -1 Lise Öğrencileri anketi.

Türkçe Ulusal Derlemi Sözcük Sıklıkları (ilk 1000)

ARKADAŞ SEÇİMİNİN ÖNEMİ


Almanca bölümü olarak hedeflerimiz:

Bir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz. Ömer (r.a):

EĞİTİM TEKNOLOJİSİ VE İLETİŞİM

AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞI TEKNİKERLİĞİ EĞİTİMİ - IV - İLETİŞİM BECERİLERİ

Niğde Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğrencisi Esra Yardım Öğrenciler iletişimi sevmiyorlarsa sadece yerinde sayarlar

Kızla İlk Buluşmada Nasıl Sohbet Edilir? Hızlı Bağ Kurma Teknikleri

İLETİŞİM TEKNİKLERİ. Diğer Sağlık Personeli Temel Eğitim Programı. Dr.V.Aydan İZGİ

1) İngilizce Öğrenmeyi Ders Çalışmak Olarak Görmek

İLETİŞİM BECERİLERİ. Doç. Dr. Bahar Baştuğ

ETKİLİ İLETİŞİM BECERİLERİ. İLETİŞİM ve SÜRECİ

İletişim, hem güçlerimizin farkında olmak, hem de zayıflıklarımızın üstesinden gelmek demektir.

2. En başarılı olduğunuzu düşündüğünüz dersler hangileri? 3. En başarısız olduğunuzu düşündüğünüz dersler hangileri?...

ÖĞRENCİ GÖZLEM VE DEĞERLENDİRME RAPORU

KARNE ALAN ÇOCUĞA NASIL DAVRANILMALI

MANGAHIGH.COM. tanıtım kitapçığı ALKEV İLKÖĞRETİM OKULU MATEMATİK BÖLÜMÜ

ANNE BABA ÇOCUK İLETİŞİMİ


REHBERLİK VE İLETİŞİM 8

KÜÇÜK KALBİMİN İLK REHBERİNİN BU GÜNÜME UZATTIĞI HAYAT YOLU

MATEMATİĞİ SEVİYORUM OKUL ÖNCESİNDE MATEMATİK

İÇİNDEKİLER BÖLÜM 1 ERKEN YAŞTA DİL ÖĞRENME... 1

VERİMLİ DERS ÇALIŞMA YÖNTEMLERİ

Yönetici tarafından yazıldı Perşembe, 08 Ekim :05 - Son Güncelleme Perşembe, 08 Ekim :08

Dil Öğrenme ve yazım dili öğrenme

Kıvılcımlar Programı Başvuru Formu

Okuyarak kelime öğrenmenin Yol Haritası

ÇOCUKLA İLETİŞİM ÖNSÖZ ANAOKULU REHBERLİK SERVİSİ

Bu resmi ne yönden yada nasıl gördüğünüz,nasıl yorumladığınız çok önemli! Çünkü medya artık hayatımızın her alanında ve her an yanı başımızda!

Ankara Üniversitesi Geliştirme Vakfı Özel İlkokulu/Ortaokulu AİLE İÇİ İLETİŞİM

ETKİN İLETİŞİM İLETİŞİMSİZLİK İLETİŞİM ENGELLERİ

SINAVLARDA YAŞANAN KAYGISININ VELİLERE ÖNERİLER

Altın Ayarlı İslâmi Finans

PDR ÇALIŞMALARIMIZ. 3. Sayı / Şubat - Mart 2016 ŞUBAT AYI ANA SINIFI ETKİNLİKLERİMİZ ŞUBAT AYI. sayfa 2. SINIF ETKİNLİKLERİMİZ. 2 de. sayfa.

SORU ve CEVAPLARLA 12 YILLIK (4+4+4) ZORUNLU EĞİTİM SİSTEMİ

Söylemek istemediğimiz birçok şey, söylemek istediğimiz zaman dinleyici bulamaz.

OKUL MÜDÜRÜMÜZLE RÖPORTAJ

ÖĞRENCİ GÖZLEM VE DEĞERLENDİRME RAPORU

EZİNE ÇOK PROGRAMLI LİSESİ HAYDİ! HALİL İBRAHİM SOFRASINA

E.G.O. Grubu Kurumsal İlkeleri

Anneye En Güzel Hediye Olarak Ne Alınması Gerekir?

Dinleme DİNLEME. Dinlemenin Amaçları. Dinlemeyi Etkileyen Faktörler. Motivasyonun, Duyguların ve Amacın Etkisi

MENTAL ARİTMETİK, PARİTMETİK VE SOROBON EĞİTİM /KURS ÖNERİ FORMU

Neden Daha Fazla Satın Alalım?

E-KİTAP SATIŞLARINIZLA, SÜREKLİ BİR GELİRE NE DERSİNİZ? By Alia RİOR. Alia RİOR

TV LERDEKİ PROGRAMLARA ÇIKANLAR KURAN OKUMASINI BİLMİYOR

Ailede Etkili İletişim = Sağlıklı bir Ruh Sağlığı

İLETİŞİM. Prof.Dr. Aylin Ertekin Yazıcı Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı

ÖZEL KAŞGARLI MAHMUT ORTAOKULU MART 2016

LİSE REHBERLİK SERVİSİ

TOEFL Hakkında Herşey!

Bekar Evli Boşanmış Eşi ölmüş Diğer. İlkokul Ortaokul Lise Yüksekokul Fakülte Yüksek Lisans


DİNLEME TÜRLERİ VE ETKİN DİNLEME

Volkshochschule Müșteri Anketi 2011

Duygusal ve sosyal becerilere sahip Genç profesyoneller


İletişim kavramı ve tanımı

Can kardeş Rehberlik ve Psikolojik Danışma Birimi Nisan Ayı Rehberlik Bülteni Can Velimiz ;

Ailelerle bağlantılar kurmak. İlk Yıllar Öğrenim Çerçevesi ni toplumunuzda yaşama geçirmek

İŞARET DİLİNİN GELİŞİMİ KURUMLARARASI İŞBİRLİĞİNE BAĞLIDIR - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

RAPOR ÖĞRETİM ÜYELERİNİ DEĞERLENDİRME ANKETİ BULGULARI

ORTAÖĞRETİM İNGİLİZCE ÖĞRETMENİ ÖZEL ALAN YETERLİKLERİ

NASIL ÇALIŞILIR? NASIL BAŞARILI OLUNUR?

Serkan Ertem.

Bilgisayarın Yararları ve Zararları

TEOG YAZ TATİLİNDE KAZANILIR

Türk Dili II (TURK 102) Ders Detayları

İletişimin Öğeleri SINIFTA İLETİŞİM SÜRECİ İletişim Kavramı Kişilerarası duygu, düşünce ve bilgi alışverişidir.

Takdim. Bu, Türkiye nüfusu göz önüne alındığından her 90 kişiden birinin aday olması anlamına geliyor (TV, Haberleri, ).

İçindekiler. Giriş... 1

Karşındakini Var Etmenin En Zor Yolu: DİNLEMEK - Genç Gelişim Kişisel Gelişim

YARATICI ÖĞRENCİ GÜNLERİ Her Öğrenci Yaratıcıdır

DİKKAT KONTROLLERİ SİSTEMLERİ

DARICA ANADOLU LİSESİ 9. SINIF REHBERLİK PLANI

PSK 271 Öfke Yönetimi ( Güz Dönemi) Yrd. Doç. Dr. Nilay PEKEL ULUDAĞLI. Öfke Yönetimi: Duyguları İfade Edebilmek ve Duygularla Başa Çıkmak

Diğer: Diğer:... Diğer:...

GELECEGIN MUCITLERI ROBOT YAPMAYI ÖGRENIYOR

İLETİŞİM NEDİR? SINIFTA İLETİŞİM

ORTAÖĞRETĠM ĠNGĠLĠZCE ÖĞRETMENĠ ÖZEL ALAN YETERLĠKLERĠ

OKULLARDA TEKNOLOJİ KULLANIMI İLE BEŞERİ ALTYAPI ARASINDAKİ İLİŞKİLERİN İNCELENMESİ. Demet CENGİZ

OKUMA YAZMAYA HAZIRLIK ÇALIŞMALARI

MEV KOLEJİ ÖZEL BASINKÖY OKULLARI OKUL BAŞARISINI GELİŞTİREN VERİMLİ ÇALIŞMA YÖNTEMLERİ

Devlet okullarında İngilizce eğitiminde sorunlar British Council-TEPAV İhtiyaç Analizi Çalışması Sonuçları

EĞİTİM-ÖĞRETİM YILI İSTEK ÖZEL KAŞGARLI MAHMUT ORTAOKULU

xxxxxxx ÖĞRENME RİSK FAKTÖRLERİ RAPORU

Öğretenden Öğrenene Tavsiyeler

Yaz l Bas n n Gelece i

Transkript:

SÖZLÜ İLETİŞİM, YABANCI DİL EĞİTİMİ, KÜLTÜR VE SÖYLEM ÇÖZÜMLEMESİ ÜZERİNE DENEME YAZILAR (2004-2014) Yrd. Doç. Dr. Hidayet TUNCAY 1 1 İngiliz Dili Eğitimi ve Uygulamalı Dilbilim Öğretim Üyesi 1

Zaman ve Biz Konuşmak ya da Konuşmamak... 4artı4artı4: Üç Dörtlük Öğretim Sistemi Dilim Dilim, Ettin Beni Dilim Dilim! İki Yarım Dil Bir İnsan Eder mi? Yabancı Dile Ne Kadar Dost, Ne Kadar Yabancıyız? (1) Yabancı Dil Öğretememenin Dayanılmaz Hafifliği? (2) Yabancı Dil Öğreniminin Neresindeyiz? (3) Ülkemizde Yabancı Dil Öğretimi? (4) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (1) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (2) Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (3) Aile içi iletişim ve Dil: Didişmek mi yoksa Konuşmak mı? (1) Aile içi iletişim ve Dil: Empatik Dinlemek mi, yoksa Konuşmak mı? (2) Aile içi İletişim ve Dil: (3)Konuşurken Dinleyebilir miyiz? (3) Yükseköğrenim ve Gençlik: Yüksek İdealler, Yüksek Hedefler ama Nasıl? Dedikodu: İki tarafı keskin kılıç Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (1) Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (2) Yeni Yıl, Yeniden Bize Özgün Sözlü İletişim Anlayışı Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (1) Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (2) Meydanların Dili: Siyasi Söylemler (3) Medialog (1) Medialog (2) Medialog (3) Medialog (4) Sosyal Medya ve İletişim (1) Sosyal Medya ve İletişim (2) Sosyal Medya ve İletişim (3) 2

Zaman ve Biz Zaman sanki hiç son bulmayacakmışcasına günlük yaşamın karmaşası ve debdebesi içinde bir birimizle pek ilgilendiğimiz söylenemez. O nedenledir ki, dostlar arasındaki bağ ve muhabbet gittikçe zayıflıyor ve neredeyse kopma noktasına geliyor. Çoğu zaman en yakınımıza bile yeterince zaman ayıramıyoruz. Meselâ bu hafta çocuğunuza, eşinize ya da en yakın arkadaşınıza ve hatta kendinize ne kadar zaman ayırabildiniz? Günümüzün kime göre en değerli, kimine göre de bir o kadar da değersiz nesnesi olan zamandan söz etmek istiyoruz. Maalesef günümüzde hemen birçoğumuzun zaman denilen ucu sonu belli olmayan sanal kavramı yeterince değerlendiremediği kanaatindeyiz. Sözün özü, Zamanı değerli kılabilmek için neler yapabiliriz? Birçoğumuz günlük sıradan meşguliyetlerimizi o günü iyi değerlendirmek olarak kabul edebiliriz. Ancak, yararlı herhangi bir şey yapmadan geçirilen her bir zaman dilimi, maalesef bizi istediğimiz noktaya bir an önce ulaştıramaz; ancak takvimden bir sayfa, ömürden boşa geçen bir kaç saat olarak anılabilir. Oysaki insan ömrünün çok kısa olduğu düşünülürse zamanı boşa kullanarak, Daha yapacak çok şeyimiz var demek bir hayal olmaktan öte geçemez. İnancımıa o dur ki zamanı en iyi değerlendirmenin bir tek yolu okumak, yine okumaktır. Doğrusu bu yazıyı yazmaya başladığımızda konunun bu noktaya geleceğini hiç düşünmemiştik. Evet, boşa geçen zamana en güzel darbe, bence okuyarak, bir şeyler yapmaya çalışarak vurulabilir. Bizler hayatın her safhasında olduğu gibi, günlük yaşamımızda da çevremizdekilere, okuyarak ve okumayı sevdirerek örnek olabiliriz. Ayrıca münevver insan olmanın temel şartı kanımca okuyarak düşünmek, ya da düşünerek okumaktır. Çocuklarımıza verebileceğimiz en güzel armağan, onları okuyabilen birer birey olarak yetiştirebilmektir. Doğrusu çağımızın koşulları içerisinde her şeyi okuldan ya da öğretmenden beklemek pek akılcı gözükmemektedir. Çocuklarımıza sahip olabilmek ve onlara iyi şeyleri verebilmek ortak anlayışımız olmalı diye düşünüyoruz. Çevremiz koşullarında onları kötülüklerden korumanın yolları, onlara yetişkin bireyler gibi davranmak ve gereksinim duydukları sevgiyi vererek hoşgörülü ve saygılı olmayı öğreterek mümkün olabilir kanaatindeyiz. Bir diğer önemli husus, çocuklarımıza düşünmeyi öğretmek ve daha da önemlisi onlara okuyan, araştıran kişiler olmayı benimsetebilmektir. İşte zaman, bu bağlamda da önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü bu günün çocukları bir kaç yıl sonra yarının büyükleri olacaklardır. Günümüzün bilgide sınır tanımayan bu devasa ortamında, bilginin bir tık mesafesinde olduğu ve yaşamımıza derinden nüfuz etmiş olan teknolojinin ışığında mutlaka çocuklarımıza zamanın önemini öğretmeli ve daha da önemlisi onları kaybetmeden sahiplenmeli ve eğitmeliyiz. Çünkü iyi eğitilmiş bir insan, ailesine topluma ve ülkesine faydalı insan demektir. Dilerseniz sohbetimizi Çinli ünlü düşünür ve filozof Konfiçyüs ün eğitimli insan için söylemiş olduğu şu sözlerle bitirelim. Eğitimli insanların dokuz düşüncesi vardır. Bu kişiler baktıklarında berrak görmeyi, dinlediklerinde, iyi duymayı, görünüşleri bakımından sıcak olmayı, davranışlarında saygılı olmayı, konuşmalarında doğru olmayı, işlerinde ciddi olmayı, kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını, öfkelendiklerinde sorunları, kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler... 26 Ocak 2004, İstanbul 3

Konuşmak ya da Konuşmamak... Konuşmak insan insana iletişimin en medeni şeklidir. Ayrıca kaçınılmaz bir ihtiyaçtır da. Sevinçlerimizi, kederlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi hep konuşarak, yani sözlü iletişim kurarak anlatırız. Bazen tabi ki sözcüklerin yetmediği ve sadece duruşumuz, bakışımız, mimik ve jestlerimizle de iletişim kurduğumuz zamanlar mevcuttur. İnsanoğlunun kendini kanıtlayabilme, yeteneklerini ortaya koyabilme ve çevresiyle iletişim kurabilme çabalarının temelinde hep dil yatmaktadır. Dil ise, insan insana iletişimin en mükemmel unsurudur. Bizler, insan insana iletişimde dilimizi kullanırken, hem duygu ve düşüncelerimizi ortaya koyuyor, hem de kendimizi ifade edebilmede dilin her türlü unsurlarından fayda sağlamaktayız. Öyle ki, insan insana iletişimde konuşmak en kaçınılmaz öğe iken, dil ise sağlıklı iletişim kurmamızda bize en çok yardımı olan bir unsur olma özelliğini taşımaktadır. Günlük hayatımızda hemen her gün çok farklı ve çeşitli iletişim ortamlarına giriyor ve çoğunda kendimizi ifade edebilmiş olmayı ümit ediyoruz. Hiç şüphesiz iletişim sadece konuşmak demek değildir. Arzu edilen düzeyde iletişim kurulabilmesi için mutlaka iyi bir dinleyici olmak gerekir. Çünkü insan insana iletişimde dinleme sabrını gösterebilmek, sağlıklı iletişimde esas başlangıçtır. Oysa günümüzde insanların birbirlerini dinlediğini pek görmüyoruz doğrusu; sonuç olarak da konuşurken, ya anlaşamıyoruz ya da kendimizi ifade edemediğimizi düşünerek üzülüyoruz. İnsan düşünüp, konuşabilen ve düşündüklerini yorumlayıp, aktarabilen bir varlıktır. Ancak zaman zaman çeşitli nedenlere bağlı olarak düşündüklerimizi karşımızdakine pek anlatabildiğimiz söylenemez. Çünkü içi boş sözcüklerle demek istenilen şeyi tam anlamıyla ifade edemeyiz. Bu nedenle üzerinde konuşulması düşünülen kavramlar, daima karşımızdaki ile konuşabilmemizi, iletişim kapımızı açık tutabilmemizi sağlar nitelikte olmalıdır. Yaşamımızın her boyutunda, hemen her koşulda, iletişimle yani konuşma ile iç içeyiz. Doğrusu sağlıklı iletişim kurabilmenin temel şartı içtenlik, anlayış ve özveri olmalıdır. Mesela, çocuklarımızla iletişim kurarken ve onlarla konuşurken aramızdaki fiziki mesafeye dikkat etmeliyiz. Mümkünse onlarla konuşurken onların göz hizasına kadar eğilebilmeliyiz. Çünkü bu davranış, onların kendileri ile daha yakından ilgilendiğimizi ve saygı duyduğumuzu, değer verdiğimizi göstermek açısından önemlidir. Öte yandan, hiç şüphesiz toplum karşısında konuşmak da her zaman büyük bir özen gerektirir ve bazen hedef kitlemizle iletişim kurmakta zorlanabilmekteyiz. Kısacası, konuşmak kendini ifade edebilmektir. Bu bağlamda, ne kadar mükemmel bir konuşmacı olursanız olun, anlatabildikleriniz Hz. Mevlana nın Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır özdeyişinde belirttiği gibi konuşmanın, yani iletişim kurmanın ne ölçüde başarılı olabildiğini vurgulamak açısından son derece önemli. O halde, konuşmalarımızı karmaşık, içinden çıkılmaz bir hale getirmemeye özen göstererek, karşımızdaki kişilerin hassasiyetlerini ve genel konumunu da dikkate alarak, söylenmek istenilen hususu, onları kırmadan ve kendimizi de üzmeden dilimizin bütün inceliklerini de kullanarak anlatabilmeliyiz. Doğrusu son zamanlarda kitle iletişim araçlarına bakıldığında çevremizle ne denli iletişim kurabildiğimiz bir hayli tartışılır durumdadır. Nedense iletişim gereksinimimiz gittikçe azalıyor ve buna bağlı olarak da konuşma yeteneğimiz zayıflıyor kanaatindeyiz. Her ne şekilde olursa olsun, mutlaka muhatabımız tarafından anlaşılmayı ve söylenmeden de bazı hususların anlaşılmasını bekleyebiliyoruz. İşte iletişimin, yani konuşmanın en zor tarafı burada yatmaktadır. Hepimizin çok iyi bildiği bir özdeyiş vardır: Ne söylediğiz değil, nasıl söylediğiz önemli. Bu görüşe saygı duyuyor, ancak kısmen katıldığımızı belirtmek isteriz. Tabi ki nasıl söylediğimiz ve hangi tür bir iletişim tavrı takınarak ve neyi kasteder söylediğimiz çok önemli ancak, içi boş sözcüklerle örülmüş bir konuşma biçimi, karşımızdakini belki incitmeyebilir ama asla düşünmesine vesile olamaz. Bu nedenle, nasıl söylediğiniz kadar, ne söylediğiniz de o derece önemlidir kanaatindeyiz. Kısacası karşınızdakine değer verdiğinizi gösteren her tür konuşma ve iletişim çabası, anlatılmak istenilen hususu ve dolayısıyla da iletişimi son derece önemli kılacaktır. Yani; konuşmak ya da konuşmamak, işte bütün mesele... 29 Mart 2004, İstanbul 4

4artı4artı4: Üç Dörtlük Öğretim Sistemi Son zamanlarda Türk kamuoyunu tümüyle meşgul eden ve tartışmaların hâlâ odağında yer alan 4+4+4 adı verilen ve söylenmesi de bir o kadar zor olan Türk eğitim sistemindeki bu yeni düzenleme TBMM Genel Kurulu nda yapılan oylamada 295 kabul, 91 ret oyu alarak kabul edildi ve yasalaştı. Ancak geride cevaplanması gereken birçok soru bırakıldı kanısındayız. Bilinen bir gerçek var ki; zorunlu eğitim kademeli olarak 12 yıla çıkarılmış bulunuyor. Bu durumda zorunlu ilköğretim aşaması 6-14 yerine 5-13 yaş arasındaki çocuklarımızı kapsayacaktır. Kamuoyunun bu sistemle ilgili çok iyi bildiği tek şey, çocuklarımızın 5-6 yaş aralığında ilköğretime başlayacak olmasıdır. Görsel ve yazılı medyanın konuya verdiği ağırlık dikkate alındığında, gerek kanunun içeriği gerekse kamuoyunda algılanma biçimi pek fazlasıyla yer almamış gibi gözüküyor. Kanımızca yaklaşık her yıl okula başlayacak olan 5 milyon yavrumuzu ilgilendiren bu konuda, aileler hiç değilse sistemin neler getireceği ve neleri değiştireceği konusunda çeşitli iletişim araçlarıyla aydınlatılması gerekirdi diye düşünüyoruz. Dünyaya baktığımızda, birçok ülkede eğitimle ilgili son derece radikal kararlar alınabilmekte ve sürekli bir yenileştirme yani reform çalışmaları yapılmaktadır. Ülkemizde de uzun yıllar en radikal değişimler ve yenilikçi çalışmalar yapıla gelmiştir. Mesela yıllar önce okulların isimleri değiştirildi ama eğitim düzeyi ve kalitesi aynı idi. Yabancı dil eğitiminde kademeli kur sistemine uygulandı ve birkaç yıl sonra vazgeçildi. En son yapılan değişikliklerle hepimizin bildiği gibi Anadolu Liselerinde hazırlık sınıfları kaldırıldı ve yabancı dil dersleri eğitim-öğretim süresinin tamamına yayıldı. Daha bu değişikliklerin sonuçları elde edilen veriler ve geribildirimler doğrultusunda yeteri kadar değerlendirilmeden adeta sil baştan bir sistem değişikliği ile karşı karşıyayız. Eğitim-öğretim alanında değişim ve yenilik neredeyse hava ve su kadar elzemdir. Öyle ki; değişiklikler ve gerekli görülen yenilikçi reformlar yapılırken ve uygulamaya konulurken, Türk Milletinin hassasiyetleri, eğitim-öğretim altyapı hizmetleri, yetişmiş etkin ve yetkin eğitim kadrosu, mevcut koşulları dikkate alarak ortaya konulabilecek öngörüler ve daha birçok parametre mutlak surette dikkate alınmalıdır. Aksi takdirde çeşitli ülkelerde de tanık olduğumuz gibi, sonuçları tamiri zaman alabilecek ve bazen de mümkün olmayan yaralar açabilir. Sonuç olarak, gelecek nesillerin yetişmesine katkı sağlayacağı ümidini koruyarak, ismi yeni olan bu 4artı4artı4 sistemin denenmeden mahsurlarının ya da iyi yönlerinin görülebilmesi neredeyse imkânsız gibidir. Ancak, bu deneme sürecinde ya güzel ülkemiz bundan kazançlı çıkacak ve çok daha iyi yetişmiş bir nesil elde edeceğiz ya da Türk toplumu olarak hepimiz bu sistemin getirebileceği olumsuz koşullardan üzerimize düşen nasibimizi alacağız. Umarız siyasi iradenin yetkilileri her türlü detayı düşünmüş ve gerekli tüm önlemleri almış olsunlar. Ancak burada hatırlatılması gereken bir husus daha var ki; o da çağdaş eğitim düzeyinde yetişmiş insan gücünün yıllara mal olduğunun hiç bir zaman unutulmaması gerektiğidir. Yeni sistem maalesef üç dörtlük bir sistem, inşallah bu sistemle yetişecek olan yeni kuşaklar bizi dört dörtlük bir sistemle tanıştırır. 27 Nisan 2012, İstanbul 5

Dilim Dilim, Ettin Beni Dilim Dilim! Eskiden Ne dediğin değil nasıl söylediğin önemli denilirdi; oysa bugün nasıl söylediğimiz kadar ne dediğimiz de son derece büyük önem taşımaktadır. Hele görsel medyanın ve internetin de işin içine girdiğini düşününce bu düşüncemizin ne kadar doğru olduğunu görebilmekteyiz. Şimdilerde bilhassa gençler kelimeleri, ifade ve cümleleri son derece idareli (!) ve tutumlu (!) kullanmakta hatta bazen adeta hiç kullanmamaktadırlar. İletişim teknolojilerinin hızla gelişmesiyle birlikte dilin kullanımı da yeni bir boyut kazanmıştır, çünkü çoğumuz dilden çok iletişim araçlarını kullanmaktayız ve dile gerek bile duymamaktayız. Mesela, bilgisayar başında oturan ve internette gezinen bir genç düşünün; saatlerce tek kelime dil kullanmadan orada öylece kalabilir. Kendince sosyal ağları kullanarak iletişim kurduğunu düşünmektedir. Öyle ki, bu ağlar sayesinde hiç tanımadığımız kişilerle yarım yamalak iletişim kurulmakta ve hatta zamanla dostluklar oluşmaktadır. Eğer buna iletişim kurmak veya yazarak konuşmak dersek, dilimize haksızlık etmiş oluruz çünkü bu tür bir iletişim anlayışı, kişileri adeta yutarcasına içine çeken sanal âlemin bir gereksinimidir. Böylesi bir iletişim ortamında sanal ağlar kazanırken, dilimizi en güzel şekilde kullanmak varken, sanki dokunduğumuz her bir tuş ağlar. Oysa dil bir iletişim aracıdır ve her türlü duygu ve düşüncemizi onunla iletiriz çünkü bizim için büyük bir gereksinimdir. İletişim teknolojisinin sağladığı imkânlar görüyoruz ki insanları sanal âlemde bir ekrana hapsediyor ve neredeyse dış dünya ile irtibatını koparıyor. Peki, böyle mi olmalı? Elbette hayır. Dilimizi kullanarak kendimizi ifade etmenin, duygu ve düşüncelerimizi karşımızdakilere anlatmanın hazzını yaşamadan anlamak mümkün değildir. İnternetin cep telefonlarına bile girdiği bir dönemde, teknolojinin bu kolaylıklarında uzaklaşarak, zihin ve düşünce gücüyle bir şeyler üretmek ve onları dille aktarmak, dilimizi kullanmak pek zor gelse gerek. Teknoloji araç olmaktan çıkmış amaç olmaya başlamıştır. Dilimizden bu kadar uzaklaşmak, onu gerektiği gibi kullanmamak veya yukarıda belirttiğimiz nedenlere bağlı olarak gereken önemi vermemek, maalesef kişiler arasındaki sözlü iletişimi yok etmektedir. Bir zaman sonra bu böyle devam ettiği sürece, belli bir yaşa gelmiş insanlar konuşacak genç bulamazken, o gençler çoktan teknolojinin sunduğu fırsatlardan faydalanarak sanal âlemde iletişmeye, pardon iletişmemeye devam edeceklerdir. Şöyle bir düşünecek olursak sanal âlemde iletişim kurmaya çalışan bu insanların kendilerini uçsuz bucaksız nasıl bir çıkmaza soktuklarını görmemiz hiçte zor olmasa gerek. Bu anlamda, bu gün birçoğumuz ya dili hoyratça kullanıyoruz ya da sadece gereksinim duyduğumuzda ihtiyaçlarımızı karşılamak için başvuruyoruz. Maalesef nesiller arasındaki uçurumun en önemli sebebi, ebeveynlerine Siz beni anlamıyorsunuz diyebilecek kadar düzgün bir cümle kuran(!) gençlerimizin suçlamalarında göze çarpmaktadır. Oysaki tam aksine onların belki de büyüklerini anlayamamalarından kaynaklanmaktadır. Çağımızın en güzel icatları bilgisayar, internet ve cep telefonları gerçek amaçları doğrultusunda gerektiği gibi kullanıldığında bizlere ve insanlığa inanılmaz yararlar sağlamaktadır. Hiç düşünür müydük bu icatların dilimizi bu kadar körelteceğini ve hatta bizi sanal birer insan haline getireceğini. Görülüyor ki bu tür olumsuz gelişme ve sonuçlar yaşamımıza güzellik ve anlam katmak yerine bizi ondan uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor ve adeta param parça ediyor. Bizleri konuşamaz hale getirerek konuşma, iletişim kurma zevkimizi yok ederek ne söylediğimizin de nasıl söylediğimizin de bir önemi kalmamaktadır ve dilim, dilim ettin beni dilim, dilim dahi diyemiyoruz zira söylemeye dilimiz varmıyor. 24 Mayıs 2012, Bişkek 6

İki Yarım Dil Bir İnsan Eder Mi? Yabancı Dile Ne Kadar Dost, Ne kadar Yabancıyız? (1) Evet, İki yarım dil bir insan eder mi? Bu yazımızda ve yabancı dil öğrenimi ve öğretimi konusunda devam edecek olan bir seri yazımızda bu konuyu irdeleyecek, bu soruya bir cevap bulmaya çalışacağız. Elbette ki bulduğumuz cevaplar kimimizi asla memnun etmeyecek çünkü bugüne değin bu konuda birçok görüş ortaya atıldı. Yıl 1980, mesleğe başladığım ilk yıllar, henüz teknoloji bu kadar yaygın değil ve dil öğretimi sadece kağıt, kalem, tahta ve öğretmenden ibaret. Yabancı dil öğretimi konusunda bilimsel çalışmalar da bu kadar yoğun değil. Öğretmenler kendi öğretim yöntemlerini uygulayarak batıdan ve gelişmiş ülkelerdeki meslektaşlarında farklı olarak dil öğretiminde adeta çığır açmaya çalışıyorlardı. Bizlerde bunun bir parçası olarak kendi gayret ve çabalarımızla bir şeyler yapıyor, tabiri yerindeyse iğne ile kuyu kazmaya çalışıyorduk. Yabancı dil öğretiminde kaynaklarımız sınırlı, sadece devletin yazdırmış olduğu ders kitapları kullanılmakta ve hala bu kitapların hangi amaç için yazıldığını ve kullandığı metodun da ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Okul yönetimi, öğrenciler ve aileler yabancı dil öğretiminin ne denli önemli olduğunu kavrayabilmiş değillerdi ve her şey el yordamıyla ilerliyor yabancı dili neden öğrettiğimizi biz dahi bilmiyorduk. Hal böyle iken bizler yine de yabancı dil öğretmeye devam ediyor asla ideallerimizden vazgeçmiyorduk, ancak ters giden bizim de anlayamadığımız bir şeyler var idi. Şimdilerde çok iyi anladığım ve cevabını ancak otuz küsur yıl sonra verebileceğim bir sürü soru beynimi kemiriyordu. Evet, bizler yabancı dil öğretiyorduk. Ama kime? Ne için? Ne kadar? Daha da önemlisi bir önceki yıl öğrettiğimizi öğrenciler yaz tatilinde unutuyor ve adeta hiç yabancı dil dersi görmemiş gibi yeni sınıflarına başlıyorlardı. Bu durum sadece ülkenin bir bölümünde değil neredeyse tamamında hâkim idi ancak özel okullar ve yabancı okullar hariç. Onlar öğretebiliyordu bizlere öğretemiyorduk. Ayrıca öğrencilerin birçoğu yabancı dilden nefret ediyorlardı. Hiç unutmuyorum liseden mezun olduğumuzda bir arkadaşım gözlerimin önünde Fransızca kitabını param parça ederek derenin serin sularına atmıştı. O halde sorun nerede ve bizler neden bu yabancı dil öğretiminde çağdaş seviyeyi yakalayamadık dersiniz. Bu konuda bir tek etmenden söz etmek mümkün değil, aksine bu sorunun birçok paydaşı olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Kimi zaman resmi rakamlarca bazı istatistik bilgiler verilir ve hep bu rakamların arkasına sığınılmaktadır. Şöyle düşünelim; bu güne değin Bayat lisesinden yüzlerce gencimiz mezun oldu ve acaba kaç tanesi yabancı dili konuşup yazabiliyor dersiniz. Bu sorunun cevabı oldukça basit; neredeyse hiç kimse, oysa bu gençlerimiz toplamda altı yıl boyunca yabancı dil dersi almışlardı. Yabancı dil öğretimindeki başarısızlığımıza etki eden unsurlara bir sonraki yazımızda değineceğiz. Şimdi dilerseniz bu yazımızı yabancı dil öğrenimine ilişkin herkesçe malum olan bir fıkra ile bitirelim: Temel ile Dursun Karadeniz in küçük bir kasabasında kahvenin önünde oturmuş sohbet ederek çaylarını yudumlarken birden önlerinde sırtında sırt çantası kafasında şapkası saçı sakalı birbirine karışmış yorgun olduğu her halinden belli bir turist durmuş. Elindeki haritayı göstererek Temel e İngilizce bir şeyler sormuş ancak Temel de cevap yok sadece adamın yüzüne bakıp duruyor. Turist herhalde İngilizce bilmiyor diyerek bu kez aynı soruyu Fransızca sormuş yine cevap yok. Adam biraz sinirlenerek soruyu daha kızgın bir ses tonuyla bu kez de Almanca sormuş fakat Temel öyle hareketsiz ve donuk bir şekilde turistin yüzüne bakıp duruyormuş. Adamcağız öyle yorgun ve bitkin ki ayakta duracak hali yok son bir ümit bu kez de soruyu daha kızgın bir ses tonu ve yüz ifadesiyle İtalyanca sormuş yine cevap alamayınca kendi kendine kızgın bir şekilde söylenerek hızla oradan uzaklaşmış. Bu duruma şahit olan Dursun, Temel e: Ula Temel artık bir yabancı dil öğrenme zamanı geldi de geçiyor bile değil mi? Diye sormuş ve Temel: Ula Tursun bak adam beş dil biliyor hiçbir işe yaradı mı? 01 Kasım 2012, Bişkek 7

Yabancı Dil Öğretememenin Dayanılmaz Hafifliği? (2) Bir önceki yazımızda ülkemizde yabancı dil öğretiminin geçmişine kısaca değinmiş ve kendi deneyimlerimizden örnekler vermiştik. Bu yazımızda okullarımızdaki- ilköğretimden başlayarak lisede devam eden hatta üniversitede bile öğretilmeye çalışılan- yabancı dil eğitimini ele almaya ve irdelemeye çalışacağız. Ancak yine de değinmek istediğimiz asıl husus yabancı dili öğretememenin yarattığı sıkıntılar ve sonuçlardır. Ülkemizde elli yılı aşkın süredir yabancı dil öğretimi yapılmakta, bir o kadar emek ve çabalarda boşa gitmiş gibi görünmekte. Seksenli yıllarda başta İngiltere olmak üzere Amerika, Almanya, Fransa ve daha birçok ülkeden yabancı dille ilgili yayınlar ülkemize yavaş yavaş girmekte ve kullanılmaya başlamaktaydı. Herhangi bir altyapı çalışması yapılmadan, ülkenin mevcut yabancı dil potansiyeli araştırılmadan ve yabancı dilin okulların müfredatında ne kadar ve nasıl yer alması gerektiği özgün çalışmalarla belirlemeden, neredeyse balıklama atlayarak elimize geçen her kaynağı düşünmeden kullanarak yabancı dili daha da yabancılaştırarak öğretmeye çalıştığımız bilinen bir gerçektir. O yıllarda özel okulların ve yabancı dille eğitim-öğretim yapan Anadolu Liselerinin sayısı her yıl artmaktaydı. Yabancı dil öğretimi gün geçtikçe önem kazanıyor ancak Anadolu Liseleri dâhil birçok orta öğretim kurumunda yabancı dil öğretmeni bulunamıyor ve yabancı dil derslerinin birçoğu boş geçiyor veya başka hocalarca dolduruluyordu. Yeterli altyapı, kitap, kaynak ve öğretmen yok iken ve de yabancı dil öğretiminin önemi henüz pekiyi kavranamamışken, yabancı dil ders saatlerinin artırılması, farklı dil öğretim yöntemleri denenmeye çalışılmasının dili öğretmek isterken dilden nefret eden öğrenciler yetiştirmeye sebep olması kaçınılmazdı. Bilindiği gibi yabancı dil bir ihtiyaç ve çağdaş yaşamın olmazsa olmaz koşuludur. Bu itibarla, yabancı dil öğretiminden hiçbir şekilde sarfı nazar edilemez. Bizim burada vurgulamak istediğimiz husus bunca emek, çaba ve harcamaya rağmen neden yabancı dili gerektiği gibi öğretemediğimizdir. Ortaöğretim müfredatında yapılan değişiklikler ve artırılan yabancı dil ders saatleri de maalesef bu sorunun çözümüne katkı sağlamamıştır. Peki, çözüm nerede ve biz hala yabancı dil öğretiminin neresindeyiz? Son dönemlerde yabancı dil öğretimi neredeyse anaokulu düzeyine kadar inmiş ve adeta iki binli yılların başında yabancı dil öğretimine çok daha fazla ilgi olduğunu söylemek mümkün. Ancak biz bu konuya daha sonraki yazılarımızda tekrar ele alacağız ve şimdi dilerseniz yabancı dili öğrenmede/öğretmede sistem, yöntem, ders kitabı ve çevre faktörüne değinelim. Yabancı dil öğretiminde öğretmenin ve öğrencinin nasıl bir etkisi olduğu hususunu ayrıca ele alacağız. Yabancı dil öğretiminde uzun yıllar bir yöntemler karmaşası hâkim idi ve neredeyse yirmiye yakın yöntem ve yaklaşımdan söz etmek mümkündür. Yöntem ve yaklaşımlar yabancı dil öğreniminde nasıl etkili olabilir diye düşünürsek bunun hiçte o kadar önemli olmadığın göreceğiz. Ancak yöntem ve yaklaşımların yabancı dil öğretimine katkısını asla yadsıyamayız. Öte yandan yabancı dil öğretimin, hayatın gerçek bir parçası, sosyal ve mesleki yaşamın çok önemli bir koşulu olarak değerlendirildiğinde ne demek istediğimiz çok daha iyi anlaşılacaktır. Ders kitabı, yöntem kadar önemlidir, hele kaynakların gerektiği gibi kullanılması; örneğin dil laboratuarlarının (şimdilerde demode olan), görsel işitsel aletlerin ve dilin kullanıldığı ortam ve çevrenin etkinliğine değinmeden geçemeyiz. Ancak tüm bunların içinde en önemlisi dili öğrenen kişinin motivasyonu, istek ve arzusu daha da önemlisi yabancı dili bir ders olmaktan öte hayatın birçok alanında gereksinim duyulan bir unsur olduğu gerçeği bu tartışmanın tüm seyrini değiştirecek güce sahiptir. Birçoğumuz özgeçmişimizde yabancı dil/ingilizce, Fransızca, Almanca bilir ifadesinin mutlaka yazarız ancak ne kadar bildiğimizi ne nasıl kullandığımızı asla anlatamayız. Zira günümüzde çoğu zaman yabancı dil bilmemek bir itibar kaybı gibi görülmekte ve yabancı dil öğrenememenin dayanılmaz hafifliğini üzerimizden atmakta zorlanmaktayız. 02 Kasım 2012, Bişkek 8

Yabancı Dil Öğreniminin Neresindeyiz? (3) Önceki ilk iki yazımızda yabancı dil öğreniminin süreçleri ile öğretmemenin nedenlerine kısaca değinmiş ve sizlerle bu konularda dertleşmiştik. Bu yazımızda, bunca yıldır yapılan yabancı dil öğreniminde/öğretiminde neredeyiz; bu konuyu ele alacağız. Aslında böyle bir konuyu bir sayfaya sığdırabilmek neredeyse imkânsızdır. Yaklaşık altmış yılı aşkın bir süredir ülkemizde yabancı dil öğretimi yapılmakta ve önceleri Cumhuriyetin ilk yıllarında Fransızca, yetmişli yıllardan sonra İngilizce başta olmak üzere ülkemizden Almanya ya gönderilen işçilerin artışı ile Almanca olarak devam etmiştir. Günümüzde ise gelişen ekonomik işbirlikleri ve uluslararası ilişkilerde değişen koşullar neticesinde Rusça, Çince, Arapça, İspanyolca ve İtalyancanın da öğretimi ön plana çıkmıştır. Görüldüğü gibi dil çeşitliliği bir hayli artmıştır. Teknolojinin gelişmesi ile yabancı dil öğrenimi daha kolay hale gelmesi gerekirken, neredeyse bilgisayar, internet, cep telefonu ve buna bağlı diğer iletişim araçlarının varlığı yabancı dil öğretimini kolaylaştıracağı ve yardımcı olacağı yerde sanki zorlaştırıyormuş gibi bir durum söz konusu. Teknoloji ne denli artarsa artsın, iletişim hangi boyutta gelişirse gelişsin yabancı dil öğrenen insan olduğu sürece teknoloji sadece bir araç, asla amaç değildir. Yabancı dil öğretimi ve öğreniminde teknolojinin gerektiği gibi kullanımı ve varlığı, bilinenin aksine daima olumlu sonuç doğurmamaktadır. Çünkü yabancı dil öğreniminde teknolojiyi gerektiği gibi kullanmak belli bir maliyeti gerektirmekte ve bu konuda eğitim çalışmaları da söz konusudur. Ayrıca teknolojinin ve iletişim araçlarının belirlenen hedefler doğrultusunda etkin şekilde kullanılabilmesi birçok konuda uzmanlığı da gerektirmektedir. Teknoloji ve iletişim araçlarının türü her ne olursa olsun, yabancı dil bireyler tarafından öğrenilmekte ve öğretilmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi bilgisayar, internet vb. teknolojinin her türü ve iletişim araçları yabancı dil öğreniminde her zaman bir araç olmuştur. Ancak zaman zaman bazı yabancı dil öğretim ortamlarında görüldüğü gibi teknoloji ve iletişim araçları adeta araç olmakta çıkmış, amaç olmuştur. Bu son derece tehlikeli bir durumdur, çünkü insanı hedef almayan ve insan odaklı olmayan hiçbir teknoloji ve yabancı dil öğretim yöntemi pek başarılı olamaz kanaatindeyiz. Hepimizin aklına şu soru gelebilir: Teknoloji, yabancı dil öğretim araç ve gereçleri ile internet, bilgisayar ve iletişim araçları bu kadar gelişmesine ve artmasına rağmen neden yabancı dili hala gerektiği gibi öğrenemiyoruz ve öğretemiyoruz? Bu sorunun cevabını birkaç cümle ile verebilmek neredeyse imkânsızdır. Şöyle ki; yabancı dil öğrenimi belli düzeyde dil kabiliyetini gerektirdiği gibi kişinin motivasyonuna, dil öğrenim gerekliliklerine, yaşadığı çevre koşullarının yanı sıra mesleki ortamda yabancı dile ne kadar gereksinim duyduğu ile de doğrudan ilişkilidir diyebiliriz. Ayrıca yıllarca okullarımızda şu ya da bu şekilde her öğrenciye bir yabancı dili öğretmeye epey gayret ve çaba harcadık. Nedense herkesin bir yabancı dili öğrenmeye isteğinin olup olmadığı hiç sorulmadı ve herkese eşit oranda ve şartlarda bir yabancı dili dayatarak öğretmekten geri durmadık. Oysa yabancı dili sevdirerek, bilinmeyene karşı olan korkuyu yenerek öğretmek yerine, programın gereği, müfredatın olmazsa olmazı diyerek zorla ve nefret ettirircesine öğretmeye çalıştık. Acaba herkese öğretebildik mi dersiniz? Elbette hayır ve bu cevap hep hayır olacaktı. Yapılması gereken yabancı dilden nefret ettirmeden, onu sevdirerek, yaşamın bir parçası ve modern dünyanın gereği olarak öğretmek olmalıydı. Müfredatın bir parçası, bir ders mecburiyeti olarak değil elbette. Umarız günümüzün çağdaş imkânları ve gelişen teknolojik araç gereçleriyle, internet ve iletişim araçları sayesinde insancıl bir anlayışla yabancı dili gelecekte çok daha iyi ve gerektiği gibi öğretebilir/öğrenebiliriz. 04 Aralık 2012, Bişkek 9

Ülkemizde Yabancı Dil Öğretimi? (4) Yabancı dil öğretimine ve yabancı dili öğrenememenin, öğretememenin nedenlerine ve sonuçlarına bundan önceki yazılarımızda yerimiz ve zamanımız elverdiğince değinmiştik. Gelişen teknolojinin yabancı dil öğrenimine son derece olumlu katkısı olduğundan bahsetmiştik. Evet, bu son derece doğru ve neredeyse artık teknoloji olmadan yabancı dil öğreniminden bahsedilemez diye düşünüyoruz. Yine de her şeye rağmen biz çok iyimser bir anlayışla ülkemizde yabancı dil öğretiminin ve öğreniminin olumlu yönlerini ele alacağız ve gençlerimizi bu konuda yüreklendirmeye gayret edeceğiz. Tarihimize baktığımızda birçok padişahın birkaç dili çok iyi bildiği hepimizce malumdur. O günün koşullarında ve imkânları dâhilinde cihan padişahları yabancı dil öğrenimine çok fazla önem vermişlerdir. Rahmetli Atatürk ün çok iyi Fransızca, Osmanlıca ve birazda Arapça bildiğini ve şu kısacık ömründe bunları hem savaş cephelerinde hem de devlet yönetiminde son derece güzel kullandığı yakın tarihimizi bilen herkesçe malumdur. Demek oluyor ki yabancı dil öğreniminde yer, zaman, koşullar ve sunulan imkânlar ne derece değişken olursa olsun, mutlaka öğrenilebilir kanaatindeyiz. Gelişen çağdaş dünyada neredeyse sınırların kalktığı bir durumda yabancı dilin ne denli önemli olduğunu sanıyoruz bir kaz daha vurgulamamız gerekiyor. Eğer bir başka kültüre, topluma, ülkeye ulaşmak ve onları anlamak istiyor isek mutlaka yabancı dili çok iyi öğrenmek durumundayız. Ülkemiz bunun örneklerini yıllar önce Almanya ya işçi gönderirken en acı şekilde yaşadı ve sonuçları hâlâ hem orada yaşayanları, hem de ülkemizi etkilemeye devam etmektedir. Eğer bu ülkeye gönderiler işçi kardeşlerimize hiç değilse temel anlamda yabancı dil eğitimi verilebilseydi sanıyoruz toplumla daha iyi bütünleşmiş olabilir, kendine güveni daha çok artabilir ve hiç değilse dil bilmemekten dolayı itilip kakılmazlardı. Görünen o ki yabancı dil öğreniminde en temel unsur kişisel gayret, çaba, imkân ve en önemlisi yabancı dil öğrenmeyi gerektiren veya mecbur kılan dış şartlara bağlı güdülemedir. Çağımızın bizlere sunduğu teknolojik imkânlar arttıkça, bizlerdeki yabancı dil öğrenme arzusu ve isteği o denli azalmakta gibi geliyor bize. Hâlbuki bunun tam tersi olması beklenirdi. Ama maalesef öyle değil ve en kötü örneğini bu gün bilgisayar başında ve bir tık hareketiyle yaşamaktayız. Son zamanlarda aradığımız her tür bilgiyi internet ortamında bulabiliyor ve neredeyse tamamının doğru kabul ediyoruz kaynağını hiç bir şekilde sorgulamadan (internette bilgiye ulaşım konusunu bir başka yazımızda geniş olarak ele alacağız). Mesela bilgisayar ve internet bizim yerimize düşünebilir mi? Elbette hayır siz ona neyi verirseniz o da size bilgiyi sayarak/işleyerek geri verir. Bu bağlamda, günümüzde birçok insan evde, okulda, işte, büroda ve bilhassa yabancı dille ilgili ödevlerini yaparken artık bir terim haline gelmiş olan google tercüme ye başvurmaktadır. Daha da kötüsü bu yönteme başvuranların çoğu tüm bu verileri doğru kabul etme yanılgısına düşmektedirler. Değerli dostlar, yabancı dil öğrenimi asla emek sarf etmeden, gönül vermeden, zaman ayırmadan ve dahası ona âşık olmadan neredeyse imkânsızdır. Burada bahsettiğimiz yabancı dil öğrenimi elbette ki Kapalı Çarşı da kullanılan yabancı dil değil. Oradaki insanlar, satıcılar ve tezgâhtarlar yüz, iki yüz kelimeden oluşan ve düzgün cümleler içermeyen bir dil yani tabiri caiz ise kafasını gözünü yara yara konuşmaktır denilebilir. Yabancı dil öğrenimi çok fazla uzun zamana yayılmamalı ve bırakıp başlanmamalıdır. Ayrıca yabancı dil öğreniminde bir diğer sorun öğrenilen yabancı dilin gerektiği gibi zihinde korunamamasıdır ve sürekli sil baştan yaparak tekrar başlamaktır. Bu asla yabancı dil öğrenimi değil, aksine yabancı dilden bıkmak demektir. 23 Aralık 2012, Bişkek 10

Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (1) Dillerin tarihi neredeyse dinlerin tarihi kadar eski ve hâlâ nasıl oluştuğu konusunda onlarca tartışma ve kuram gündemdedir. Öyle ki, kimi zaman dilin tarihinden bahsederken net bir tarih söylemek nerdeyse mümkün değildir. Ancak bilinen tek gerçek bu tarihin insanoğlunun tarihi kadar eski olduğudur. Tarihte ilk insanların dil olmadan nasıl iletişim kurdukları çeşitli yazılarda ve tarih kitaplarında belirtilmekte olup, insanoğlunu iletişim kurabilmek için büyük bir çaba içinde olduğu hepimizce bilinmektedir. Bu itibarla dil ve insan bir bütünün ayrılamaz iki yarısıdır. Dil, insanoğluna Allah ın en büyük lütuflarından biridir denilebilir. Şöyle ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dil ve insanı: İnsanlar dilinin altında gizlidir. Buyurarak dil ve insan ilişkisini en güzel biçimde tarif etmiştir. Çünkü dil düşüncelerimizi söze dönüştüren ve bir anlamda kendimizi anlatan en güzel unsurdur. Kültürümüzde de Baş dil ile tartılır denilerek insan neyi nasıl ve ne şekilde söylerse ve hangi üslubu kullanırsa o dur denilmek istenmektedir. O halde dil ve insan ayrılmaz ve birbirini tamamlayan değil, biri olmazsa diğerinin hiçbir değerinin olmadığı ikilidir denilebilir. Ancak bir husus öne çıkmaktadır. İnsanın dili nasıl kurabildiği ve iletişim bağlamında dilin ne denli önemli olduğudur. İşte biz dil ve iletişim bağlamında insan başlığını koyduğumuz bu yazımızda öncelikle dili birçok yönüyle ele alacağız. Dil, insan insana iletişimde asıl vazgeçemeyeceğimiz bir organımız ve yeteneğimizdir. Kişiliğimizi, kültürümüzü, duygu ve düşüncelerimizi, sevinç ve kederlerimizi, hatta öfke ve istemesek de küfür içeren söylemlerimizi hep dil ile seslendiriyor ve kendimizi böyle ifade ediyoruz. Ancak, acaba dilimizi kullanırken onu nasıl kullanmamız gerektiği hususunda ne denli çaba sarf ettiğimiz doğrusu ele alınması gerek çok önemli bir husustur. Birçoğumuzun günlük yaşam koşulları içinde kiminle iletişim kurduğumuza bağlı olarak zaman zaman bunu da dikkate almadan dili hoyratça kullandığımızı söyleyebiliriz. Dilin iletişim bağlamında her boyutta kullanımı belli bir özeni, itinayı ve dikkati göstermemizi gerektirmektedir. Çünkü biz ne söylersek onunla tartılır ve değerlendiriliriz. Bu nedenle, kullandığımız üslup, sözcük seçimi, hitap şeklimiz, karşımızdaki muhatabımıza duyduğumuz saygı ve sevgiyi göstermek ve anlatmak için hepsi önemli birer unsurdur. Hiç birini diğerine tercih edemeyiz çünkü dil bir bütündür ve söz ağızdan çıkmadan önce, yaygın tabir ile kırk boğumdan geçmelidir. Öte yandan hiç konuşmamak, susmak her zaman ikrar yani tasdik, kabul etmek anlamına gelmiyor. Çünkü dil insanın kendisini en güzel biçimde anlatabildiği yegâne olağanüstü bir unsurdur ve çok iyi kullanılması gerekmektedir, zira iki tarafı keskin kılıca benzer. 12 Şubat 2013, Bişkek 11

Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (2) Geçen sayıda aynı başlık altında dil iletişim bağlamında insan konusunda dili ele almış ve kısaca dilin insanın yaşamında ve iletişimde ne denli etkili olduğunu belirtmiştik. Bu yazımızda insanı, yani insan ve dili, dilin kullanımını ve insan üzerindeki etkisini ele alacağız. Zira insan ve dil, etkili iletişimde kendimizi ispat etmemiz, birikim ve düşüncelerimizi ortaya koymamız açısından son derece önemlidir. Dil ile bütünleşmemiz ve onu kullanmaya başlamamız neredeyse daha anne karnında başlar ve başta fiziksel tepkilerle ve mimiklerle başlayan ilk iletişim deneyimimiz daha sonraları söze ve belagate dönüşüyor. Konuşmak, iletişim kurma isteği günlük yaşamımızda neredeyse ekmek su kadar elzemdir denilebilir. Ancak konuşmak, yani iletişim kurmak, karşımızdaki kişiye kendimizi anlatabilmek ya da anlatılanları anlayabilmek için dili iyi ve yerinde kullanmak zorundayız. Bu itibarla; insan dilin kullanımında ve iletişimde kendini bütünüyle ortaya koymakta ve neredeyse kullandığı bir kelime veya ifadeyle Bana bir kelime söyle sana kim olduğunu söyleyeyim deyişinde belirtildiği gibi kendini anlatmakta ve karşısındaki kişiye/kişilere bilgi vermektedir. O halde insan dilinin esiridir ve bu manada dili çok iyi kullanmak, duygu ve düşüncelerini en iyi biçimde aktarabilmek için çaba sarf etmektedir. Ancak burada her şeyi dile yüklemek onu tüm kusurlarımızın tek sorumlusu olarak göstermek çok büyük haksızlık olur. İnsanın dili iyi kullanabilmesi ve iletişimde kendini dilediği gibi aktarabilmesi, şüphesiz dilin ne denli kaliteli olduğuyla doğru orantılıdır. Dilimizi, dili kullanan insanlar olarak kendimizi sürekli geliştirmek ve çocuklarımıza, gençlere örnek olmak zorundayız. Zira dilin gelişimi kişinin entelektüel gelişimi ile doğru orantılıdır ve bunun tek çözümü de bize göre okumak, kaliteli okumaktan geçiyor. Günümüzde birçok insanın o güzelim Türkçemizi, ses bayrağımızı neredeyse iki yüz üç yüz kelimeyle kullanmakta olduğuna şahit olmaktayız. Dilimizin yetmediği yerde kaş göz hareketi ve mimiklerle geçiştirebiliyoruz. Oysa böyle mi olması gerekir? Elbette hayır. Çözüm son derece basit. Şöyle ki; günlük gazete manşetlerini okumak veya hiç okumamak en büyük etken unsur, çünkü son derece az okuyan bir toplum haline geldik. Eğer gerektiği gibi okuyabilsek hem düşünce dünyamız gelişecek hem de kendimizi çok daha iyi ifade edebilme yeteneğimizi geliştirmiş olacağız. Sonuç itibariyle, her birimiz dilimizle tartılıyor ve onunla anılıyoruz. Eğer kendimizi daha iyi tanıtmak, aile içinde, çevrede, toplumda, işyerinde, sınıfta, alışverişte, kürsüde velhasıl yaşamın her boyutunda kendimizi anlatmak için dilin çok iyi kullanılmasına ihtiyacımız vardır. Bunun yolu da çok iyi okumak, düşünce sistemimizi geliştirmek ve manasız cümleler kurmak yerine Söz bilirsen söz söyle sözünden ders alsınlar; söz bilmezsen sükût eyle seni adam sansınlar özdeyişinde olduğu gibi sükût eylemek yerine sözümüzden ders alınabilecek sözler söylememiz dilimize, kendimize ve toplumumuza karşı olan sorumluluğumuzdur. 02 Mart 2013 12

Dil ve İletişim Bağlamında İnsan (3) İlk iki yazımızda dili ve insanı iletişim bağlamında ayrı ayrı ele almıştık. Bu yazıda dil, iletişim, insan ve çevre dörtlemesinde konuyu sizlerle paylaşmaya çalışacağız. Konuşmanın en doğal bir ihtiyaç olduğunu hepimiz kabul etmekteyiz ve asıl sorun bu ihtiyacı ne denli gerektiği gibi yerine getirebildiğimizdir ve üzerimize düşen sorumluluğumuzun ne kadar bilincinde olduğumuzdur. Kimi okuyucularımızın aklına şöyle bir soru gelebilir: Konuşmak, iletişim kurmak için herkesin mutlaka iletişim veya dil uzmanı olması gerekli midir? Elbette ki hayır ve asla böyle bir düşünce söz konusu değildir; çünkü her birimiz dili her anlamda değişik şekilde kullanabilmekteyiz ve gereksinimlerimiz daima farklıdır. Konuşurken en son ne zaman birini kırdınız veya üzdünüz? Hiç düşündünüz mü? Elbette zaman zaman birilerini kullandığımız dil ve üslup ile kırmış ve üzmüş olabiliriz. Düşündüğümüzde kırıcı olan iletişim çabamızda söylediklerimizden çok kişilerin nasıl söylediğimizden dolayı kırılıp üzüldüklerine tanık olmaktayız. Öyle ki dili ne denli entelektüel kullansak da karşımızdaki iletişim ortağımızı kırabiliyor veya tam aksine mutlu edebiliyoruz. O halde konuşmamızı çok basit bir düzeyde bile bir sanata dönüştürebiliriz. Bunun için yapmamız gereken tek şey içten, gönülden, söylediklerimizi gerçekten ima etmeden samimi bir dille anlatarak ve karşımızdaki iletişim ortağımızı ona değer verdiğimizi gösterircesine dikkatle ve eşduyum (empati) göstererek dinleyebilmektir. İçinde yaşadığımız sosyal, kültürel, toplumsal ve aile çevresi dili kullanmamızda ve iletişim kurmamızda son derece etken bir unsurdur. Çevremiz dilimizin şekillenmesinde ve kullandığımız üslupta son derece belirgin etkilere sahiptir. Zira insan yaşadığı çevre ile bütünleşebilen sosyal bir varlıktır. Kendimizi soyutlayamayız ve o çevrenin özelliklerine zamanla kendimizi uydurur ve çevrenin dilimize olan katkısını belli bir süre sonra fark edebiliriz. Dil, birey, toplum, aile ve sosyal çevre her biri hem entelektüel hem de kişisel gelişimimizde ayrı ayrı etken unsurlardır. Biz yazımızda çevrenin konuşmamıza dolayısıyla iletişimize olan etkisinden bahsetmekteyiz. Zira çok az konuşulan bir ailede yetişen bir çocuğun dil becerisinin hızlı gelişmesini beklemek, eğer başka etmen unsurlar yok ise, çok fazla iyimserliktir. Ayrıca, önceki yazımızda değindiğimiz gibi okumak, bilinçli ve kaliteli okumak yapılması gerekenlerin başında gelmektedir. Sonuç olarak, dil sıradan teorilerle ele alınabilecek bir beceri değildir. Zira bize en sadık olacak becerimiz dilimizdir, ta ki biz ona gereken ilgiyi ve ihtimamı gösterirsek. Çünkü dil hiçbir zaman durduğu yerde gelişmeyecektir aksine öğrendiğimiz, geliştirmeye çalıştığımız bu becerimiz gün geçtikçe gerileyecektir. Tarih boyunca nice güzel şiirleri yazan şairlerimizin, romancılarımızın ve edebi şahsiyetlerin hayatını incelediğimizde her birinin çok iyi birer okuyucu olduğunu görmekteyiz. 24 Mart 2013, Bişkek 13

Aile içi iletişim ve Dil: Didişmek mi yoksa Konuşmak mı? (1) Aile içi iletişim ve dil kullanımı gündelik hayatımızda hemen her birimizin yaşadığı veya şahit olduğu bir durumdur. Anne, baba, çocuklar ve akrabalar velhasıl aileyi oluşturan her birey bu anlamda iletişimin doğal ortaklarıdır. Önceki yazılarımızda iletişim ve dili epey anlattık bu defa çok daha özgün bir şekilde iletişim kurma ve dil kullanma becerisinin aile içinde ne anlama geldiğini ve neyi kast ettiğimiz sizlerle paylaşacağız. Yazının başlığını bilhassa didişmek mi yoksa konuşmak mı diye koyduk, çünkü çoğu zaman konuşmak yerine didişiyor veya hiç iletişim kurmuyoruz. Konu ve konum her ne olursa olsun iletişimin bir veya birden fazla ortakları vardır ve genel anlamda bu, zaman zaman tanımadığımız veya çok az tanıdığımız kişiler olabilir. Bu durumda didişmekten bahsedemeyiz çünkü tanımadığımız kişilerle sınırlı ölçüde iletişim kurmaya özen gösterebiliriz. Oysa konuşmak yerine didişmek için muhatabımızı çok iyi tanımamız gerekebilir. İşte bu durumda sağlıklı olmayan aile içi iletişim didişmekten ya da sözlü atışmadan öteye geçemez. Bu bağlamda temel unsur şudur: Sağlıklı iletişim kurmak için, karşımızdaki muhatabımız bize ne kadar tanıdık ve yakın olursa olsun, mutlaka ona değer verdiğimizi ve saygı duyduğumuzu göstererek ve ön yargısız iletişim kurarak konuşup anlaşabiliriz. Aile içindeki iletişimsizlikten ve didişmekten ailede bulunan her birey bir şekilde etkilenmekte ve ilerleyen zaman içinde telafisi mümkün olmayan zararlar açabilmektedir. Oysa konuşmak didişmekten çok daha kolay ve insan onuruna yakışır bir tutumdur. Zira birçoğumuz aile içindeki iletişimde farkında olmadan karşımızdakini iletişim ve konuşma tarzımızla üzebilmekte ve bizler için son derece önemli olan o zaman dilimini didişerek kâbusa döndürebiliyoruz. Hiç şüphesiz bu bir genelleme olamaz. Tüm bunların aksine, aile içi iletişimde son derece güzel örnekler de mevcuttur. Mesela anne baba ve çocuklar arasındaki saygı sevgi ve empatik dinlemeye dayalı iletişim de mümkündür. Sadece biraz özveri, anlayış ve karşımızdaki bireyi insan yerine koyarak ona değerli olduğunu hissettirdiğimiz iletişim ortamı. Öte yandan aile içi iletişimde bir diğer önemli unsur hiç şüphesiz büyüklerin küçüklere değerli birer birey olarak davranmaları ve küçüklerinde iletişim ortamında büyüklere gereken özeni ve hassasiyeti göstermeleridir. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kurgulanmış ideal bir aile ortamında görülen iletişim biçimi olarak algılanabilir ki bu kısmen de doğrudur. Gerçek yaşamda bunların örneklerine rastlamak mümkün olmakla birlikte tersini de görmek daima olasıdır. Oysa günümüzde gerek aile içi, gerekse aile dışı iletişim de belli yaş grubundaki insanların sadece bilgisayar klavyesi ve telefonla iletişim kurmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız. Böyle bir iletişim anlayışı, hele internet ortamında ekrana hapsedilmiş bir iletişim anlayışı neredeyse iletişimi belli ölçülerde katletmekte ve hem aile bireyleri hem de sosyal yaşamdaki yüz yüze, içten, ilkeli, samimi iletişim ilkesini yok etmektedir adeta. Neredeyse, sevgi, şefkat, aşk, nefret, sevinç, keder ve tüm insani duygularımızı küçücük bir ekrana ve sanal âleme hapsetmiş durumdayız. Bu durumda aile içinde iletişim kısmen belli ölçülerde mümkün gözükmektedir zira arta kalan zamanımızı iletişmek için değil çok ciddi meselelerde bile didişmek için kullanır olduk artık. Burada anlayış ve hoşgörü büyüklere, gerçeği kavrayış ve yüzü yüze insani boyutlarıyla iletişimi sürdürmek de gençlere düşmektedir. 26 Nisan 2013, Bişkek 14

Aile içi iletişim ve Dil: (2) Empatik Dinlemek mi, yoksa Konuşmak mı? Önceki yazımızda aile içi iletişimin temel özelliklerine değinmiş, empatik dinlemenin, yani gerçek anlamda iletişim ortağımıza önem verdiğimizi göstererek dinlemenin ne kadar önemli olduğundan kısaca bahsetmiştik. Aile içi iletişimin temel ilkelerinden biri de bireylerin birbirlerini dinlerken empatik yaklaşım gösterebilmeleridir. Belki aklımıza empatik dinlemenin neden bu kadar önemli olduğu gelebilir, çünkü empatik sözcüğü dinlemek ile yan yana kullanıldığında farklı bir işlev kazanmaktadır. Bu yazımızda aile içi iletişimin yanı sıra konuşmak mı yoksa empatik dinlemek mi daha önemli bu konuyu ele alacağız. Son yıllarda aile içi iletişim yeni boyutlar kazanmış, doğrusu gerçekte iletişim kurup kurmadığımız da tartışılır olmuştur. Zira iletişim unsurlarının, telefonun, bilgisayarın ve internetin bir arada olduğu ortamlarda yüz yüze söze, anlama dayalı ve de manayı ifade eden gerçek iletişimden bahsetmek neredeyse imkânsızdır. Oysaki tüm bunlar iletişimin, empatik dinlemenin çok daha iyi yapılabilmesi için gereksinim duyduğumuz öğelerdir. Aile içi iletişimde genellikle yaşça küçük olanların söz hakkı ya hiç yoktur ya da çok sınırlıdır. Hal böyle olunca gençleri daha ilk başında sınırlıyor zaten çoğunlukla konuşmak, iletişim kurmak gibi kaygıları olmayan gençleri tamamen kendi dünyalarına hapsediyoruz. Günümüz medya unsurları hem aile içi hem de sosyal ortamlardaki iletişime pek fazla katkı yapmamakta ve neredeyse dinlemeyi dahi sınırlamaktadır. Aile içinde her birey hak ettiği saygıyı ve gerçek anlamda dinlenmeyi beklemektedir, çünkü iletişim kurmaya çalışırken dinlenmediğini hissetmek bireyin kendine olan güveninin azalmasına neden olabilir. Aile içinde konuşmak, iletişim kurmak ve empatik dinleme yapabilmek sağlıklı iletişimin olmazsa olmaz koşuludur. Empatik dinlemek, kısa tanımıyla kendini karşısındaki iletişim ortağının yerine koyarak ve ona değer verdiğini hissettirerek dinleyebilmektir diyebiliriz. Peki, nasıl dinlemeliyiz ve muhatabımıza ona değer verdiğimizi gösteren dinlemeyi yapabilmeliyiz? Sadece susmak ve hatta muhatabımız konuşurken başka şeylerle ilgilenmek empatik dinleme değildir. İletişim ortağımız olan aile bireyleri, eşimiz, büyüklerimiz, küçüklerimiz, çocuklarımız velhasıl ailenin her bir üyesi birbirine gereken ilgi ve alakayı göstererek, gerektiğinde fikir beyan ederek dinlediğini, empatik davranarak gösterebilir. Ayrıca empatik dinleme yapabilmek, sadece susmak olmadığı gibi aynı zamanda anlamsız söz kesmeler de değildir. Ailede sözler eyleme dönüşmeden, küçüğün büyüğüne saygı duyduğu, büyüğün küçüğünün haklarını gözettiği ve kısacası ailenin her bireyinin karşısındaki muhatabına özgüven verecek iletişim yaklaşımı sergileyebilmesi sağlıklı iletişim kurabilmenin temel başlangıcıdır. Sen sus! Konuşma! Kes sesini! Sen anlamazsın! Yaşın kadar konuş! Gibi benzer ifadeler aile içi iletişimi sınırlamaktan çok yok eder diyebiliriz. Oysa karşımızdaki ile empati kurarak, kendimizi onun yerine koyarak bu tür ifadelerin ne denli incitici olduğunu anlamak hiçte zor değildir. 06 Haziran 2013 15

Aile içi İletişim ve Dil: (3) Konuşurken Dinleyebilir miyiz? Bir evvelki yazımızda aile içi iletişimde empatik dinlemeye bir hayli yer ayırmıştık ve bazı örneklerle neyi kast ettiğimizi sizlerle paylaşmıştık. Bu yazımızda da benzer bir konuyu ele almaya çalışacak ve dilimizin döndüğünce sizleri sıkmadan anlatmaya çalışacağız. Aslında başlıkta da görüldüğü gibi Konuşurken dinleyebilir miyiz sorusu elbette ki sadece aile içi iletişimin konusu olamaz, bu nedenle kapsamı biraz daraltmak istedik ve Aile içi iletişimde konuşurken dinleyebilir miyiz? sorusuna cevap bulmaya çalışacağız. Öncelikle aile gibi samimi ve sıcak ortamlarda konuşmak, iletişim kurmak her zaman istenilen ölçülerde olmayabilir. Çünkü bunun birçok nedeni vardır; örneğin, aile bireyleri birbirlerine yeterince vakit ayıramadıkları için günlük birkaç kelime ile sürdürdükleri kısır iletişim biçiminde gerektiği gibi etkin konuşma ve dinleme yapamayabilirler. Oysaki bu konuda birbirimize en çok zaman ayırmamız gereken ortam, aile ortamıdır. Nedense çoğumuzun böyle bir kaygısı da yok ve alışılagelmiş olan iletişim biçimini sürdürmede hiçbir mahsur görmemekteyiz. Peki, konuşurken dinleyebilir miyiz? Elbette birçoğumuz evet cevabını verebiliriz. Tabi ki yürürken sakız çiğneyebilmek gibi, konuşurken de dinleyebiliriz. Ancak konuşurken her bir dinleme teşebbüsü söylenen sözlerin kesilmesi anlamına gelmekte ve eğer bilinçli bir şeyler anlatmıyor ve sadece alışkanlık haline gelmiş ezberleri söylüyorsak konuşurken dinlemenin hiçbir mahsuru gözükmemekte. Zira bizim burada anlatmaya çalıştığımız karşılıklı diyaloglarda kısa aralıklarla dinleyerek konuşmak değil, daha çok aile ortamında konuşurken etkin ve verimli, empatik dinlemenin gerektiği gibi yapılamayacağı hususuna değinmektir. Empatik dinleme, iletişim ortağımızı can kulağıyla dinlemedir, sadece ses ve sözcükleri işitmekten ibaret değildir. O halde böylesi bir dinlemede sizce dinlemeyen kişi aynı zamanda anlamlı, ne dediğini bilen ve ifade edebilen yeterince doyurucu ve maksada uygun, makul cümleler kurabilir mi? Bizce mümkün gözükse bile bu tür dinlemeden ve de konuşmadan gerektiği gibi fayda elde etmek bir hayli zordur kanaatimizce. Konuşmak, eğer ezber değil ise, düşünmeyi, düzgün, anlaşılır ve manayı kast eden cümleler, ifadeler kurmayı gerektirir. Oysa zaman zaman istemeden de olsa farkında olmadan dinleme yapmaktayız. Çünkü bu tür dinlemede zaman, kişi, amaç ve eylem o kadar önemli gözükmemektedir. Eğer ne dediğimizi ifade eden konuşma yapıyor isek mana bütünlüğü kaybolmadan ve istediğimizi söylemeden dinlemeyebilmek çok zordur. Bu itibarla, aile içinde konuşurken dinlemek yerine, muhatabımızı küçük ya da büyük diye ayırmaksızın dinleyerek konuşmak hayatımızı daha da anlamlı kılacaktır. Konuşurken dinlemek aslında hem konuşanı, hem de dinleyeni zora sokmaktır çünkü aile içinde her birey önemsenmeyi yeterince hak etmektedir. Zira dinlemek anlamayı, konuşmak düşünmeyi gerektirir ve sevdiklerimizi, büyük ve küçüklerimizi, kısacası birbirimizi severek, isteyerek ve empati kurarak dinlemek ve konuşmak zorundayız. Dinlemeden konuştuğumuzda bazen aldığımız cevaplar bizi incitebilir, dolayısıyla buna meydan vermemek için samimi dinlemek ve düşünerek konuşmak ilişkilerimizi ve iletişimimizi daha da anlamlı yapabilir. 23 Haziran 2013, Bişkek 16

Yükseköğrenim ve Gençlik: Yüksek İdealler, Yüksek Hedefler ama Nasıl? Bilindiği gibi ülkemizde yaklaşık bir buçuk milyon gencimiz son iki aydır sınav ve sınav sonrası tercih maratonuyla boğuşmakta, gelecekte alacağı yüksek öğrenimi seçmeye çalışmaktadır. Şüphesiz bu çaba sadece gençlerle sınırlı kalmıyor, anne babaları, yakın akrabaları da ziyadesiyle ilgilendirmektedir. Eğer tüm bu bileşenler dikkate alınırsa, neredeyse on milyon insanı yakından ilgilendirmekte ve kaygıları, sevinçleri hep birlikte paylaşmaktadırlar. Gençlerimizi yüksek öğretime, geleceğe hazırlamak sadece okulların, dershanelerin, özel hocaların görevi olarak görülmemeli çünkü bunda hepimizin az çok payı bulunmaktadır. Elbette yüksek öğrenime hazırlanmak ve yüksek öğrenimde geleceği şekillendirmek öncelikle gençlerimizin başarması gereken asıl sorumlulukları ancak aile, okul, çevre ve sunulan imkânlar da bir o kadar önemlidir. Aslında bu maraton daha ilköğretimde başlıyor ve yıllardır gerek TV programlarında gerekse eğitimle ilgili her platformda değerlendirilmekte, çeşitli görüşler ortaya atılmakta ancak maalesef her nedense somut hiçbir adım atılamamaktadır. Gençlerimiz daha lise çağında kendilerinin bitmek tükenmek bilmeyen yarışın içinde bulmaktalar ve bir koşturmacadır devam etmekte ta ki sınav sonuçları açıklanıncaya, sevinç ve mutluluklar yaşanıncaya kadar. Bugün ülkemizde yükseköğrenim kurumlarının sayısı hemen hemen iki yüze yaklaşmıştır. Gençler daha lise çağlarında çevreninde etkisiyle ve maddi koşulları nispetinde vakıf mı, yoksa devlet üniversitesi mi olacağına karar vermekte ve ona göre tercih yapmaktalar. Oysa burada asıl sorun hangi yükseköğretim kurumu olacağı değil, geleceğini şekillendireceği hangi mesleği seçmesi gerektiğidir. Maalesef gençlerimiz bu konuda yeteri kadar bilgilendirilemiyor ve yönlendirilemiyor diye düşünüyoruz. Çünkü amaç yüksek puan almak ve derece yapmak gibi bir hedefe hapsediliyor. Öte yandan bilhassa vakıf üniversitelerinin sınav öncesi ve sonrasında tercih döneminde öğrenci kapma yarışlarına da tanık olmaktayız. Şüphesiz birçok vakıf üniversitesi çok çeşitli imkânlar sunmakta ancak eğitimin kalitesi konusunda çok iyimser düşünceler zikredemiyoruz. Bu bağlamda, öğrencilerin üniversite tercihi konusunda çok iyi düşünmeleri ve tercih edecekleri üniversitenin akademik kadrosunu mutlaka sorgulamaları gerekmekte, yapılan tanıtım faaliyetlerindeki ve web sayfalarındaki şişirilmiş kadrolara aldanmamaları beklenmektedir. Tüm bu aşamalar iyice değerlendirildikten sonra asıl önemli husus bizce üniversite öğreniminde yüksek ideallere ve yüksek hedeflere nasıl ulaşılacağını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Zira bunca çabanın sonunda eğer yüksek idealler yüksek hedeflerle zenginleştirilmez ise, sadece diploma veren bir yüksek öğretim kurumundan, yalnızca belgeli gençlerin mezun olması kaçınılmazdır. Bu itibarla, yüksek öğrenim kurumunun eğitim kalitesi ve kurumun idealist gençler yetiştirme hedefleri söz konusu hususta en önemli unsurları oluşturmaktadır. Ayrıca gençlerimizin bu ideallere ulaşmada ve yüksek hedefleri de ne denli benimsedikleri son derece etken unsurdur. Bu konuda gözlem ve önerilerimizi şöyle aktarabiliriz. Yüksek öğrenimden amaç, gençlerimizin bir meslek sahibi olmalarını sağlamanın yanı sıra, düşünen, inceleyen, sorgulayan, araştıran, yaşayarak öğrenen ve de öğrendiklerini gerek ulusal, gerekse uluslararası alanlarda uygulayabilen yüksek ideal ve hedef sahibi gençler yetiştirmektir. Tüm bunların başarılmasında en önemli unsur, gençlerimizin doğru tercih yapmaları ve başarılı olabilecekleri, ideallerini gerçekleştirebilecekleri yüksek öğrenim bölümünü ve kurumunu bilinçli tercih ile belirleyebilmeleridir. 26 Temmuz 2013, Bişkek 17

Dedikodu: İki tarafı keskin kılıç Dedikodu son yıllarda görsel ve yazılı medyanın da desteğiyle nerdeyse günlük hayatımızın bir parçası ve yegâne iletişim biçimi haline geldi. Gün geçmiyor ki herhangi bir televizyon kanalında veya gazete köşesinde tanıdığımız veya tanımadığımız, ünlü veya ünsüz birçok kişinin dedikodusuna tanık olmayalım. Öyle güzel bir şekilde sunuluyor ki televizyonlarda Az sonra! nidalarıyla bağıra bağıra izleyenleri cezp etmeye çalışıyorlar. Oysa onların amacı kimin dedikodusunu nasıl veya niçin yaptıkları değil, maalesef magazin haberleri diye bir grup insanı daha izleyici saflarına katarak reyting (izlenme oranları) seviyelerini artırmak ve daha çok kazanmak. Magazin adı altında yapılan televizyon ve gazete yayınları, renklilikleri ve kolay takip edilir olmaları nedeniyle izlenmeleri veya okunmaları belli düzeyde birçok kişiye sanki yemek üzerine tatlı yemek, sakız çiğnemek veya yürürken çekirdek yemek gibi kolay gelmekte. Her izleyen veya okuyanın daha program bitmeden, gazetenin sonuna gelmeden unutacağını bildiği bir eylem: dedikodu haberleri yapan yazılar veya programlar. Birçoğumuz maalesef şu soruyu soruyoruz: Peki ne yapalım? Cevap son derece basit; izleyeceğimiz programları çok itina ile seçmemiz gerekiyor, çünkü seçilen programlarla istesek de istemesek de yayıncıya reyting kazandırıyor ve daha çok reklam almasına yardımcı oluyoruz. Dedikodu tabanlı televizyon programı ve gazete yayınlarının dışında küçük ve dar çevrelerde dedikodunun, asılsız haberlerin, muhatabın bilgisi olmadan üretilen dedikoduların nelere mal olduğunu hepimiz çok iyi bilmekteyiz. Kimi zaman cinayetlere, masum ölümlere, ailelerin dağılmasına ve daha birçok olumsuz sonuçlara neden olduğunu, günahsız insanların yaşamlarını yitirdiklerine veya ömür boyu üzüntüyle yaşadıklarına tanık olmaktayız. Yazımızda dedikodunun dini boyutuna değinmeyeceğiz ancak dinimiz açısından da son derece istenmeyen bir eylem olduğu malum. Biz daha çok dedikodunun güncel hayatımızdaki etkilerini yazılı ve görsel medya açısında değerlendiriyoruz. Asıl değinmek istediğimiz husus ise dedikodunun bir iletişim biçimi olarak günlük hayatımızda yer almasıdır. Çoğu zaman iletişim ortamında kurduğumuz cümlelerin dedikodular içerip içermediğini bile düşünmüyoruz. Muhatabımızın yüzüne söyleyemediğimiz her olumsuz, yeren, aşağılayan veya eleştiren ifade ve cümleler bir tür dedikodudur diyebiliriz. Sözün muhatabının olmadığı iletişim ortamında istemeden de olsa sarf edilen her olumsuz ve incitici söz konuşanı rahatlatabilir ancak muhatabımızda telafisi mümkün olmayan yaralar açabilir. O halde muhatabın olmadığı iletişim ortamlarında mümkün olduğu kadar olumsuz ifade ve sözleri sarf etmekten çekinmeliyiz ve gıybetten uzak durmalıyız. Yazımıza küçük bir fıkra ile bitirelim. Ülkelerden birinde küçük bir kasabada adamın biri, bilge bir kişi hakkında durmadan kötü şeyler söylüyormuş, sürekli dedikodu yapıyormuş. Bir gün, bu yaptığından dolayı vicdan azabı duyarak, bilgeye gitmiş ve kendisini affetmesini istemiş, sonra da günahının kefareti olarak bir ceza çekmek istediğini belirtmiş. Bilge kişi ona, eve gidip bir kuş tüyü yastık almasını, yastığı yırtıp açmasını ve tüylerini rüzgârda savurmasını, sonra da tekrar ona gelmesini söylemiş. Adam kendine söylenenleri aynen yapmış ve bilgeye gelerek: - Şimdi affedildim mi? diye sormuş - Hemen hemen, demiş bilge kişi. Son bir şey kaldı. Şimdi git ve o tüylerin hepsini topla. - Ama bu imkânsız, diye itiraz etmiş adam. Rüzgâr onları çoktan her yana savurmuştur bile... - Doğru, demiş bilge. Senin de yaptığın kötülüğü düzeltmeyi gerçekten istemene rağmen, sözlerinle ve yaptığın dedikodularla, sarf ettiğin asılsız ifadelerle verdiğin zararı düzeltmen, tüyleri toplaman kadar zor... Bilindiği gibi söz ağızda çıkana dek kişiye aittir, ancak ağızdan çıktıktan sonra kişi ona ait olur. Bu itibarla nerede, hangi ifadeyi, doğrumu yanlış mı diye araştırmadan ve düşünmeden sarf etmek çok daha vahim sonuçlar doğurabilir. Zira sözler, dedikodu olduğunu bilip bilmeden sırf laf olsun diye iletişim kurmak veya devam ettirmek adına kullandığımız cümleler unutmayalım iki tarafı keskin kılıca benzer söyleyene de dedikodusu yapılana da mutlaka zarar verir. O halde sözlerimizi özenle seçerek dedikodunun bir parçası olmadan güzel iletişim kurmaya çalışalım. Ayrıca dedikodu bumerang gibidir, sözün sahibine mutlaka bir gün geri döner. 01 Eylül 2013, Bişkek 18

Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (1) Toplumumuzda kültürümüzün bir parçası haline gelen lakap, daha küçük ve kırsal kesimlerlde neredeyse kişilerin isimlerinin önüne geçmektedir. Hatta zaman zaman kişinin lakabından dolayı ismini hatırlayamadığımız da çok olmuştur. Dahası lakaplar nesiller boyu devam etmekte ve iki ya da üç nesil o ailenin lakabı ile anılmaktadır. Şimdi etrafımızda olan yakın ya da uzak tanıdıklarımızın lakaplarını bir hatırlayalım. İsmini hatırlamakta zorlandığımız kişilerin kim olduklarını falancanın oğlunu kızının/oğlunun kocası/karısı gibi tanımlamalarla bulmaya çalışmaktayız. Görüldüğü gibi ilk referansımız iki nesil önceki lakaplardır. Kültürümüzde lakap kullanımı son derece büyük bir yer tutmaktadır. Ancak tüm bunlar daha çok sözlü iletişimde karşımıza çıkmaktadır ve sözlü anlatımda kaçınılmazdır diyebiliriz. Küçük çevrelerde lakapları herkes kabullenmiş ve kimi zaman bazı lakaplar incitici olsa da toplum bu tür bir lakabı kabullenmiş demektir. Zira o lakaplar zamanla kimliklerimizde yazan soy isimlerden daha da ön plana geçmektedir. Dilerseniz konuya biraz daha derinlemesine bakalım ve lakapların kimi zaman o kişinin karakteri ile özdeşleştiğini hatta karakteri ve kişiliğiyle ilgili çok önemli ipuçları verdiğini söyleyebiliriz. Çoğunlukla kişinin bilmeden yaptığı bir yanlış veya hatanın bir süre sonra onun lakabı haline geldiğini de biliyoruz. Bilhassa okul yıllarında veya iş yaşamında istemeden de olsa bize yakıştırılan lakaplar hep böylece anıla gelir hayatımız boyunca. Mesela Onbaşının Memed in Ali gibi burada örnek olarak verilen bu lakap ilgili kişinin yaşadığı o çevredeki herkesçe bilinen ve o kişiyle özdeşleşmiş, artık soy ismine gerek duyulmayacak hale gelmiştir. Hâlbuki o çevrede Onbaşı gibi daha birçok kişi askerliğini onbaşı olarak yapmış olabilir ama her nedense Onbaşı lakabı o kişiye yakıştırılmıştır. Kişiler bir süre sonra lakaplarıyla anıldıkça artık bu durumu yadırgamaz oluyorlar ve bu çok uzun yıllar böyle devam edecektir. Buradan kısaca şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. Sanki yıllar önce insanlar daha hoşgörülü, daha samimi ve içten davranabiliyorlarmış günümüzün insanına kıyasla. Şimdi de şöyle düşünelim; en son hangi lakabı duydunuz ve o lakabın kime ait olduğunu bulamadınız? Ya da yaşadığınız küçük çevrede en yeni lakap sizce nedir? Bu durum belki çok sıklıkla olmuyordur ama yine de uzun süre görmediğimiz ve hatırlayamadığımız birçok kişinin ismi ve lakabı vardır. Kimilerinin lakabı son derece küçültücü ve incitici olabilmekte ama bunu değiştirmek kişinin elinde olmadığı gibi, bunun nesiller boyu devam etmesini de engellemesi neredeyse imkânsızdır, ta ki başka bir şehre taşınıncaya ve unutuluncaya kadar. Çoğu zaman lakapları günlük konuşma dilinde hiçbir şey düşünmeden ve herhangi bir kasıtta bulunmadan kullanırız. Zira bu tür günlük konuşma tarzı o yörenin insanı tarafından asla yadırganmaz ancak yörenin kültürüne yabancı birisi için sanki yabancı dil konuşuluyormuş ve isimler o dilden alınmış gibi algılanabilir. Öyle ki belli oranda kişilerin açıklamaya ihtiyacı olabilir çünkü kişileri tanımlamada kullanılan lakaplar yöre halkı için son derece açıklayıcı olabilirken diğerleri için aynı şeyi söyleyemeyiz. Lakaplar ve bir diğer anlamda yakıştırılmış isimler toplum tarafında kabul görmediği sürece asla kalıcı olmayacaktır. Bilhassa kişiyi küçültücü, aşağılayıcı lakapların veya takma isimlerin toplum tarafından kabul görmesi çok kolay gözükmemektedir. Ayrıca kabul görse bile kişinin bundan duyduğu rahatsızlık bir ömür boyu ve hatta gelecek nesilde de hiç hak etmedikleri halde devam edecektir. Bu itibarla, kişileri lakapları ile veya takma isimleriyle anarken dikkatli olmamız gerekebilir. Çünkü günlük iletişimimizde bu duruma pek özen göstermeyiz ve sözleri düşünmeden sarf edebiliriz. Sonradan verilen lakaplar ve takma adların birçoğu dilimizde herhangi bir anlam taşımamaktadır. Adeta bazen bu kadar yaratıcı kelimelerden oluşan lakap ve takma isimlerin son derece eğlendirici tarafları da vardır. Zira kelimeler hiçbir anlam taşımamaktadır ama günlük dilimize yerleşmiştir. Eğer sevgili dostlarımız alınmazlar ise yöremizden birkaç örnek vermek isterim sadece yüzünüzde küçük bir gülümseme yaratmak için (lakabın sahipleri Hakk ın rahmetine kavuşmuş ise her birine Allah tan rahmet diliyorum ve mekânları cennet olsun inşallah). Mesela cozzik, gödelek, şabalak, hosdili ve daha birçoğu. Bu kelimelerin anlamını bileniniz var mı sadece çağrıştırdığı kişiler hariç? 01 Kasım 2013, Bişkek 19

Lakapla anılmak mı, isimle çağrılmak mı? Hangisi Doğru Dersiniz? (2) Hatırlanacağı gibi bir önceki yazımızda lakaplara kısaca değinmiş, bazı örnekler de vermiştik. Bu yazımızda konuyu biraz daha derinlemesine ele alacağız ve toplumumuzda ne gibi etkileri olduğunu dil ve iletişim açısından değerlendireceğiz. Zira bu konu hepimizin çoğu zaman farkında olmadan gündelik yaşamımızda hiç ayrı olmadığımız bir husus. Öyle ki uzaktan veya yakından mutlaka memleketle ilgili konuşurken, doğduğumuz topraklardaki komşumuzdan bahsederken veya birini referans vermemiz gerektiğinde kişilerin lakaplarının kullanmamamız imkânsız gibidir. Günümüzde doğduğu topraklardan uzak olan bizler lakapları ancak memleketle ilgili bir hususu anlatırken ve referans gerektiğinde kullanıyoruz. Bizlerden daha genç olanlar ve memlekette uzun süre yaşamayanlar çoğu lakabı bilmezler ve hatta kişilerden lakabıyla bahsederken neredeyse kişiyi tanıyamazlar bile. Bu husus tabi ki bir kusur hiç değil, elbette o çevrede yaşamadan lakapları kullanmak ve hatta yeni lakaplar bulmak imkânsızdır. Son dönemlerde iletişim teknolojisinin ileri düzeyde gelişmesiyle ve yaşamların daha da bireyselleştiği düşünülürse lakaplar, takma isimler kullanılmamakta, kişilerin meslek unvanları, kazandıkları unvanlar ya da soy isimleri daha çok tercih edilmekte. Bu elbette yadırganamaz çünkü bu çağın gerekleri böyle, ancak küçük çevrelerde hatta büyükşehirlerin dış mahallelerinde belki de hala takma isimler, lakaplar unvanlardan daha çok kullanılmaktadır. Lakap ve takma isimlerin kullanımını günümüzde bey, ağa, beyefendi, müdür bey, başkan, vb. gibi daha birçok unvanı kıyasladığımızda bunların çoğunun kültürel, sosyal, iletişim ve bilinirlik açısında pek fazla derinliği olduğunu söyleyemiyoruz maalesef. Mesela toplumsal iletişim bağlamında kasaba, köy veya yetiştiğimiz yörenin insanından bahsederken kişiyi lakabıyla/takma ismiyle andığımızda, dinleyenlerin (tabii aynı yöreden ise) başka söze hacet kalmadan o kişiyle ilgili olarak bir fikir edinebileceklerini ve hatta karakteristik bazı özelliklerini de ortaya koyabileceklerini söylemek mümkündür. O halde, bu düşünceden hareketle şöyle diyebiliriz; lakaplar ve takma isimler kültürümüzün som derece önemli ve kaçınılmaz bir parçasıdır. Sözlü iletişimin en önemli unsurlarıdır çünkü kişileri dar çevrede gelişen kültür bağlamında tanımlamak son derece kolaydır. Lakaplarda veya takma isimlerde daima edebi bir unsur bulmak zor, çünkü kimi zaman lakapların bir bölümü ve neredeyse takma adların hemen tamamı kişiyi yermek veya küçük düşürmek için kullanılabilmekte. Ancak şöyle hafızamız bir yoklarsak birçok lakabın kişileri sayfalar dolusu tanımlama ve tasvirlerden çok daha iyi anlattığını söyleyebiliriz. Lakap veya takma ad gibi tanımlamalar önceden kurgulanarak veya bir çocuğa isim koyar gibi törenlerle ortaya çıkmaz zira bu kültürümüzün zenginliklerinden biridir çünkü Türk kültüründe söz sanatı sosyal iletişimin ayrılmaz bir parçasıdır. Lakapları sözlü iletişimden yazıya aktarırken biraz zorlandığımızı söyleyebiliriz. Yazı dilinde lakapların kullanımı sadece öykü ve romanlarda görülmektedir. Lakaplar sözlü iletişimde kişilere son derece kolaylık sağlamakta ve söz konusu kişiyi uzun uzadıya tanımlamanıza gerek kalmamaktadır zira bu, günümüz neslinin konuşmak yerine yazı yazarken tuşları dövmesinden çok daha anlamlıdır diyebiliriz. 09 Aralık 2013, Bişkek 20